Ziya Gökalp’ın İctimai Usul-i Fıkıh Yaklaşımı

Ziya Gökalp’ın İctimai Usul-i Fıkıh Yaklaşımı

Özet

Osmanlı aydınları 1699’dan beri bir türlü durdurulamayan geriye gidişe kesintisiz bir biçimde kafa yormuşlardı. Özellikle Tanzimat (1839-1876) dönemiyle birlikte iyice hız kazanan toplumsal değişim süreci, Osmanlı/Türk toplum hayatında, beraberinde yeni sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçları gündeme getirmiştir. Ziya Gökalp; yeni toplumsal ihtiyaçların yönetimi konusuyla ilgili olarak, zihinlerde teoride şekillenen hukuk reformu fikrinin, halkın azami faydasına hizmet edebilecek bir biçimde, hangi ölçütlerle, işlerlik kazandırılarak hayata geçirilmesi gerektiği konusunda çalışıyordu. Sosyolog Ziya Gökalp, Osmanlı toplumunda içtihatların özellikle “örf” ü esas almak şekliyle yapılmasının altını çizmiştir. Gökalp, fıkhın Kur’an ve Sünnet’ten aldığı delilleri yorumlarken toplumun temel dinamikleri olan örf, adet, gelenek, alışkanlıklar ve davranış kalıplarına hâkim olmasının gerekliliği üzerinde durmuştur.

Bu şekilde Gökalp’in geliştirmiş olduğu “İctimai Usul-i Fıkıh” teorisinde, geleneklerin hukuktaki hareket alanı da genişletilmektedir. İslam şeriatının vahye dayanan ulvi kısmı (tenzil), bir ilahi bilgi kaynağına sahip olduğu için tam bir mükemmeliyete sahiptir ve bu yönüyle ilerleme, değişme ve olgunlaşma söz konusu değildir. Dolayısıyla Gökalp’in düşüncelerine göre dinin özünü (tenzil) öteki sosyal kurumlar gibi tekâmül kurallarına dayanarak değerlendirmek doğru değildir. Zira din, yalnızca “nezihkâr bir imanla” şüphe ve tereddütten uzak bir biçimde samimi bir kalple inanıldığı sürece dindir. Mutlak, mükemmel, değişmez ve bozulmaz vasıflarla mücehhez olduğuna inanılmayan din, özelliğini kaybeder ve dinlikten çıkar. Nakli şeriat (tenzil) değişmekten ve gelişmekten uzaktır. İctimai şeriat (te”vil) ise sosyal yaşama benzer bir şekilde durmadan bir değişim, oluş ve akış halindedir. Bunlardan yola çıkarak fıkhın bu bölümü İslam toplumunun sosyolojik olarak değişimine bağlı bir şekilde gelişmek zorundadır. Fıkhın dini kanıtlara (nassa/tenzil) bağlı esaslarıysa kıyamet gününe dek sabit kalacaktır. Fakat bahsedilen esasların, fakihlerin icmasına ve toplumun geleneklerine dayanan sosyolojik boyutu, her dönemin ihtiyaçlarına uyum göstermelidir. İslam dinine inananlar nasların emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak zorunda oldukları gibi marufu olanı emretmekle ve münker olanı yasaklamakla da sorumludurlar. Maruf ve Münker toplumun vicdanının da onayladığı ya da onaylamadığı davranışlardan ibarettir.

Ziya Gökalp İslam fıkhının oldukça önemli bir parçası olan kazai (hukuki) yanının ihtiyaçlara cevap veremeyecek bir halde olması, İslam dininin cihanşümul olma iddiasını zayıflatır. Gökalp’e göre fıkhın nass (dini/tenzil) kısmı ve kazaî (te’vil) kısmı birbirlerinden farklı amaçlara sahiptir. O ictimai hukuk projesi ile değişmeyen naslar ile değişmesi ve güncellenmesi gereken kazaî hükümler arasında süreklilik ihtiva eden canlı bir bağın devamının önemine dikkat çekmek istemiştir.

Anahtar Kelimeler: Ziya Gökalp, İctimai Hukuk Projesi, İslam Mecmuası, İman ve Hayat, Tenzil ve Tevil.

Abstract

Ziya Gökalp’s Approach to Social Usul-i Fiqh

Ottoman intellectuals had been thinking about the unstoppable regression since 1699. The process of social change, which gained momentum especially with the Tanzimat (1839-1876) period, brought new social, cultural and economic needs to the agenda in Ottoman/Turkish social life. Ziya Gökalp was working on the criteria by which the idea of ​​legal reform, which was theoretically shaped in the minds, should be put into practice in a way that would serve the maximum benefit of the people, regarding the management of new social needs. Sociologist Ziya Gökalp emphasized that in Ottoman society, ijtihads were made especially based on “custom”. While interpreting the evidence that fiqh received from the Quran and the Sunnah, Gökalp emphasized the necessity of being dominant in the basic dynamics of the society, which are customs, traditions, habits and behavioral patterns.

In this way, in the theory of “Social Usul-i Fıkıh” developed by Gökalp, the area of ​​action of traditions in law is also expanded. The sublime part of Islamic sharia based on revelation (tenzil) has complete perfection because it has a divine source of knowledge and in this respect, there is no question of progress, change and maturation. Therefore, according to Gökalp’s thoughts, it is not right to evaluate the essence of religion (tenzil) based on the rules of evolution like other social institutions. Because religion is religion only as long as it is believed with a sincere heart, free from doubt and hesitation, with “a decent faith”. A religion that is not believed to be equipped with absolute, perfect, unchangeable and incorruptible qualities loses its characteristic and ceases to be a religion. Transmitted sharia (tenzil) is far from changing and developing. Social sharia (te”vil), on the other hand, is in a constant state of change, formation and flow, similar to social life. Based on these, this section of fiqh must develop in accordance with the sociological change of the Islamic population. The principles of fiqh based on religious evidence (nassa/tanzil) will remain constant until the Day of Judgment. However, the sociological dimension of the aforementioned principles, which is based on the consensus of the jurists and the traditions of the society, must adapt to the needs of each period. Just as believers in the religion of Islam are obliged to comply with what the texts command and prohibit, they are also responsible for enjoining what is good and forbidding what is evil. Good and evil consist of behaviors that the conscience of the society approves or disapproves. Ziya Gökalp The fact that the judicial (legal) aspect, which is a very important part of Islamic fiqh, is incapable of responding to needs weakens the claim of the religion of Islam to be universal. According to Gökalp, the nass (religious/tanzil) part of fiqh and the judicial (interpretation) part have different purposes. With his social law project, he wanted to draw attention to the importance of maintaining a living bond that includes continuity between the unchanging texts and the legal provisions that need to be changed and updated.

Key Words: Ziya Gökalp, Social Law Project, Islamic Magazine, Faith and Life, Deduction and Interpretation

Ziya Gökalp’ın İctimai Usul-i Fıkıh Yaklaşımı

1.İslam Mecmuası (1914-1918)

Ziya Gökalp’in “İctimai Usul-i Fıkıh” projesini gündeme getirdiği adres İslam Mecmuasıdır. Osmanlı Devleti’nin en zor yıllarında basıldığı dört yıl boyunca kapaklarındaki “Müslümanların fâidesine çalışır” ve “Dinli bir hayat, hayatlı bir din” sloganlarını temel ilke olarak belirleyen İslâm Mecmuası kadrosu, yakın tarihimizde derin izler bırakan kıymetli bir mektep olmuştur. Kapakta her sayıda tekrarlanan bu iki cümle, 19. yüzyıl sonu 20. Yüzyıl başında büyük savrulmalar yaşayan, ciddi meydan okumalara karşılık vermeye çalışan, derin kriz ve dalgalanmalara karşı istikameti muhafaza etmeye çalışan Müslüman aydınların merkezi İslam Mecmuası olmuştur. Dergideki fikir ve önerilerin çoğunlukla Cumhuriyet döneminde de gündeme getirilmesi ve uygulamaya aktarılması hatta bugün dahi güncelliğini muhafaza etmesi calib-i dikkattir. İçeriğine göz attığımızda İslâm Mecmuası’nda İçtimaiyat, Fıkıh, Ahlâk, Kadın, Aile, İçtihat, İktisat, İçtimâiyat (Sosyoloji), Tarih, Din Felsefesi, İslâm Havâdisi (İslâm coğrafyasından haberler) gibi kıymetli konularda makalelerin kaleme alındığını görebiliriz. Birkaçı istisna, her sayının başlangıcında yer alan Kur’ân-ı Kerîm’den âyet mealleri ise derginin dine ne kadar ehemmiyet verdiğinin göstergesi olarak kabul edilebilir. (Danış, 2019, 9).

Osmanlı Devleti’nin başlangıcından sonuna tarihine genel olarak göz atıldığında o uzun tarih içerisinde kısa kalan İkinci Meşrutiyet deneyimi, asırlık yenileşme faaliyetlerinin sonunda modern Türkiye filizlerini verdiği bir zaman dilimi olması sebebiyle çok kıymetlidir. Üç kıtaya yaslanmış bir imparatorluğun ulus devletler asrına uyum siyasetini, iktisadını, kültürünü, düşüncesini ameliyat masasına yatırdığı bu tarih diliminin öne çıkan ayırıcı vasfı daha önce görülmemiş bir biçimde sözlü ve yazılı müzakere ortamını sağlaması ve kelimenin tam anlamıyla zincirlerinden boşanmış bir basın-yayımın arkasından gelmesidir. Resmi, yarı resmi ve sivil yayınlarıyla basın tarihimizin bu nihayet derecede “liberal”, daha açık bir ifadeyle bir vakit “kuralsız” devri üzerinden geçen bir asra karşın hâlâ bitirilememiş/ aşılamamış bir külliyatı da günümüze taşıma başarısını göstermiştir. Bu zengin birikimin bazı damarları birer mektep olmaya muvaffak olmuş, değişik isimler ve ekoller halinde erken cumhuriyet ve çok partili dönemde de kendini gösterebilmiştir. İşin özü itibariyle şunu rahatlıkla diyebiliriz ki; günümüz Türkiye’sinde demokrasi sorunlarından ekonomik konulara, kadının kimlik arayışından çalışma hayatına dair meselelerine, eğitim sistemi tartışmalarından kültür kimliği üzerindeki yaklaşımlara birçok konu bu zaman dilimine öneme referans vermeksizin kavranamaz. Her Türk okurunun yazarlarından birçoğunu tanıdığı, hiç olmazsa isimlerine aşina olduğu bu dergi yakından incelendiğinde bir süreli yayından çok öte olduğu anlaşılır. İlk önde geleni Ziya Gökalp olmak üzere dergi yazarları İttihat ve Terakki’nin önde gelen ideologları, milletvekilleri, akademisyenler, hem Osmanlı döneminde Islahat-ı Medaris Çalışmalarına destek vermiş sonrasında ise Cumhuriyet dönemi diyanet işleri reisliği yapacak isimleridir. Bu yönüyle bakıldığında İslam Mecmuası için “Cumhuriyet’in Mutfağı” tespiti de yapılabilir. Derginin bilhassa din eğitimi ve dinî hukuk problemleriyle alakalı bazı çözüm önerileri o dönemde, gerçekleşmese de; Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulamaya geçirilmiştir. Bu gerçekleştirmelerde bu önerileri Osmanlı Devrinde İslam Mecmuası’nda dile getiren isimlerin bizzat görev almaları dikkate değerdir. (Göleç, 2019, 1).

İslam Mecmuası’nda ondan fazla yazısı olanlar, derginin lokomotifleri olarak zikredilebilirler: Halim Sabit (Şibay,v.1946), M. Şerefeddin (Yaltkaya, v.1947), Mansûrîzâde Said (v.1923), Ziya Gökalp (v.1924), M. Şemseddin (Günaltay, v.1961) ve A. Besim Atalay (v.1965). Bunlara altı sayıda yazmış olan Uryânîzâde Ali Vahid (v.1940)’de eklenebilir. Ziya Gökalp ile eğitimci ve dilci Besim Atalay dışında bu isimlerin ortak özellikleri uzmanlık alanlarının İslâmi ilimler olmasıdır. Dârülfünûn ile Süleymaniye ve Bayezid gibi medreselerde hocalık eden bu âlimlerden Halim Sabit İslâm tarihi; Şerefeddin kelâm; Mansûrîzâde Said fıkıh; M. Şemseddin dinler tarihi dersleri vermekteydiler. 1864 doğumlu Mansûrîzâde Said haricinde bu isimler 1876-1883 yılları arasında doğmuşlardı. Bunlar 1908 devriminin genç sayılabilecek entelektüelleriydi. İslâm Mecmuası neşriyata başladığında yani 1914 senesinde 38-43 arası yaşlardaydılar. İktidardaki İttihat ve Terakki erkânı ile aynı kuşaktandılar ve İttihat ve Terakki Fırkası ile doğrudan ya da dolaylı ilişkileri bulunuyordu. Bunlardan başka mecmuaya bir ya da birkaç yazı ile katkı verenler, yazısı yayımlananlar arasında da bize derginin kimliği ile ilgili fikirler verebilecek dikkat çekici isimler bulunmaktadır: Ahmed Agayef (Ağaoğlu, v.1939), Abdürreşid İbrahim (v.1944), Musa (Munis) Tekinalp (ö.1961), Ömer Seyfeddin (v.1884), Reşid Galib (Mustafa Reşit Baydur, v.1934), Şeyhülislâm Musa Kâzım (v.1920), Köprülüzâde Mehmed Fuad (Mehmet Fuat Köprülü, v.1966). (İslam Mecmuası, 2019, 50-53).

Karşımızdaki bir kadrodur. II. Meşrutiyet’te sözleri dinlenen, erken cumhuriyet döneminde tabiri câizse sözleri tatbik edilen bir kadro. Bu kadro 1908’de iktidara gelen ve 1950’ye kadar iktidarda kalacak bir hareketin münevver sınıfıdır. (Kara, 2019, 5/5).

2.Ziya Gökalp’in Hayatı

Ziya Gökalp 1876’da Diyarbakır’da doğdu. İlkokuldan sonra Askeri Rüştiye ve Mülkî İdadi’den mezun olan Gökalp, modern okulların yanında klasik ve geleneksel medrese öğrenimini, âlet ilimlerini, Arapça ve Farsça’yı amcası Hasib Efendi’den aldığı derslerle talim etti. Diyarbakır’a sürgün edilen Abdullah Cevdet (1869-1932) sayesinde pozitivist felsefe ile tanıştı. Genç yaşında pozitivizm ile tanışınca bir tür inanç bunalımına düştü ve intihara teşebbüs etti.  Erken yaşlarda Herbert Spencer (1820-1903), Gustave Le Bon (1841-1931) gibi materyalistlerin fikirlerini öğrenen Gökalp, yükseköğrenimi için geldiği İstanbul’da entelektüel çevre ile irtibatını güçlendirerek devam ettirdi. 1896’da Mülkiye Baytar Mekteb-i Âli’sine kaydolarak İstanbul’daki hayatına başlayan Ziya Gökalp; Abdullah Cevdet’in yakın çevresi ve dostlarıyla irtibata geçerek İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. Akademinin ilk döneminde Türkçülük hareketiyle alakadar olup Hüseyinzâde Ali (1864-1940) ile tanıştı. Hüseyinzâde ile irtibatının dikkat çekmesi üzerine tutuklandı, 10 ay tutuklu kaldı ve devamında Diyarbakır’a sürüldü. Diyarbakır’da amcasının kızıyla evlendi. Ticaret Odası ve Vilayet İdare Meclisi’nde çalıştı. Babasının da yazdığı Diyerbekir gazetesinde yazıları yayınlandı. Bu süreçte dikkatli bir şekilde İttihat ve Terakki ile irtibat kurdu. II. Meşrutiyetin ilanının ardından Cemiyet’in Diyarbakır şubesini kurdu. 1909 yılına kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır, Van ve Bitlis parti teşkilatlarının müfettişliğini yaptı. Yazı hayatına Diyerbekir ve Peyman gazetelerinde devam etti. 1909’da Diyarbakır’ı temsilcisi olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selânik’teki büyük kongresine iştirak ett. Bu kongrede Cemiyet’in genel merkez azası seçildi.(Ünüvar, 2002, s.28).

Ziya Gökalp 1909’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde merkez azalık görevine getirildikten sonra bölge temsilcisi sıfatı ile Selanik’e gelmiş ve burada Ali Canip (1887-1967) ve Ömer Seyfettin (1884-1920)’nin liderliğinde faaliyet gösteren Genç Kalemler (DİA, 1996, 14/21-23) ekibine katılmıştır. Bu dergide Turancılık, dil ve siyaset üzerine makaleler yazdı. Gökalp’in pozitivizm vasıtasıyla Durkheim’a yönelimi Osmanlıcılık’dan Türkçülük kavramına geçişi dolayısıyla bu yıllarda gerçekleşti. Gabriel Tarde (1843-1904) ve Gustave Le Bon’un teorilerine yoğunlaşan Gökalp Durkheim ile de bir dostu sayesinde tanışır. Durkheim; bu tanışmanın ardından Gökalp’in sosyolojiye bakış açısını ve sosyolojiyi işleyiş biçimini en çok etkileyen isim oldu. Gökalp, Selanik yıllarında İttihat ve Terakki İdadisinde sosyoloji dersleri gerçekleştirdi.  Balkan Harbi sırasında İstanbul’a dönen Gökalp, Ergani mebusu olarak 1912’de meclise girdi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin istekleri doğrultusunda Darülfünun bünyesinde sosyoloji kürsüsü kurdu ve 1915’te İctimaiyyat Darulmesaisi (İctimaiyyat Enstitüsü)’nün kurulmasında etkili rol oynadı. İstanbul’da gazete ve dergilerde makaleleri yayımlandı. Ziya Gökalp; Türkçülük ideolojisinin savunulduğu Türk Yurdu, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulmuş olan özgürlükçü ve milliyetçi bir dinî anlayışın hakım olduğu İslâm Mecmuası, dış ülkelerden gelen yatırımlar ve sermayeler karşısında milli ekonomiyi gündemde tutma çabası gösteren İktisadiyyât Mecmuası, milliyetçilik üzerine araştırmalar yapan Milli Tetebbular Mecmuası, eğitim meseleleri ile ilgilenen Muallim ve sosyoloji ceridesi olan İçtimaiyyat Mecmuasında makaleler yazmıştır. Dergilerin yer verdiği konular; Ziya Gökalp’in zihninde kurgulayıp satırlara döktüğü yeni toplumsal modeli kapsayıcı bir şekilde tasvir etmek istediğine açık olarak işaret eder. (Ünüvar, 2002, s.29).

Gökalp, İstanbul işgal edildikten sonra diğer İttihat ve Terakki mensuplarına benzer şekilde Ermeni tehciri bahane edilerek Malta’ya sürüldü. Anadolu topraklarının işgalden kurtulmasından sonra ise 1921’de Malta’dan yurda döndü. Ancak ülkede siyasi tablo değişmişti. Ankara içerisinde iktidar mensupları tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti savaş ve mağlubiyetten sorumlu tutulmasından dolayı meclis içerisinde veya devlet kadrolarında yer almaları istenmiyordu. Ülkenin diğer tarafında ise İstanbul halen işgal edilmiş durumdaydı. Gökalp, bu sebepler nedeniyle zorunlu olarak Diyarbakır’a gitti. Ancak Diyarbakır’da da yayımları ve entelektüel meşgaleleri ile ilgilenmeye devam etti. 1922 yılı içerisinde Küçük Mecmua dergisini yayımlamaya başladı. Dergi içeriğini çoğunlukla kendisi hazırlıyordu. Yazılarında Mustafa Kemal ve izlediği siyaseti destekledi. Küçük bir dergi olmasına rağmen Gökalp, sesini merkeze duyurabildi. Böylece Ankara ve İstanbul’daki bazı büyük dergiler içerisinde yazılarına yer verilmeye başlandı. 1922 yılının son aylarında ise Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı görevine Ankara hükümeti tarafından layık görüldü. Başkanlık dönemi içerisinde eski Türklerin din yaşamlarını ve ritüellerini anlatan Türk Töresi isimli kitabını kaleme aldı.(Heyd, 2010, s.49). Gökalp, Türk geçmişine ve Turan hedefine gençlik yıllarından itibaren büyük ilgi duyuyordu ve bu ilgisi bahsedilen dönemde de devam etti. Ancak devrin gündelik dinî hayatı tekrar düzenleyen ve laiklik kaygısı taşıyan yenilikçi bakış açısı Gökalp’in eski Türklerin dinî hayatlarını ve din geleneklerini toplaması ile uyum içerisindedir. Gökalp, İslam mecmuasında kaleme almış olduğu “İctimâi Usul-i Fıkh” isimli makalesinde İslam hukukunun kullanmakta olduğu kaynakların merkezine toplumsal unsurları yerleştirmişti. Hayatında belki de en fazla üzerinde durduğu “İctimâi Usul-i Fıkh” projesinde dinî yaşamın oluşumunda milli ve kültürel özelliklerin, dolayısıyla toplumun oldukça etkili ve belirleyici bir rolünün yer aldığını dile getirmiştir.

1923’te Mustafa Kemal’in sonralarda Halk Fırkası olarak adlandırılacak olan siyasi partisinin programının yazımını ve kampanya çalışmalarını yönetti. Ağustos seçimlerinde Diyarbakır mebusu seçildi ve Meclis Eğitim Komisyonu’nda kendisine görev verildi. Bu dönem içerisinde Türk Medeniyeti Tarihi’nin birinci cildi, halk masallarının derlemesinden oluşan Altın Işık ve özet bir ideolojik öğreti olan Türkçülüğün Esasları isimli eserleri bastırdı.  Sağlık problemleri yaşayan Ziya Gökalp, İstanbul ve Ankara’daki hastane günlerinden sonra 24 Ekim 1923’te 48 yaşında iken vefat etti.(Ünüvar, 2002, s.30). Hayatı ve fikirleri hakkında kısa bilgiler verdiğimiz Ziya Gökalp’in “ictimai ilmi fıkıh” projesi konusuna geçebiliriz.

3.Ziya Gökalp’in İctimai Usul-ü Fıkıh Projesi

İslam Medeniyeti, Mekke’de ilk gelen vahiyle teşekküle başlamış, yüzyıllar boyunca birbirinden farklı disiplinleri kendi sistemine dâhil ederek gelişmeye devam etmiştir. Bu gelişim sürecinde İslam âlimleri, Müslüman toplumun yanında diğer görüş ve düşünceleri de muhatap alarak evrensel ve özgün bir bilgi edinme ve paylaşma sistemi kurmuşlardır. Bu sistemle kendilerinden önce üretilmiş bütün birikimi değerlendirip insanlığın hepsinin yararına olacak şekilde bilgi üretmişlerdir. Fakat İbn Haldun’un medeniyetler için bahsettiği ölçü İslam Uygarlığı için de geçerli olmuş, doğup, gelişip, yayılmış, daha sonra eski kuvvetini ve ihtişamını kaybetmiştir. Aynı tarihlerde Batı dünyasında Aydınlanma devri başlamış, yeni bir bilim ve felsefi sistem kurulmuştur. Bilim ve felsefedeki gelişmeler diğer alanlardaki başarıları da tetiklemiş ve yeni bir kısım siyasi ve toplumsal gelişmelerin önünü açmıştır. Son iki yüzyılda batıda olan hızlı gelişmeleri İslam Dünyası da yakından takip etmiştir. İslam âlimleri batıda başlayan bu “modernleşme” çalışmalarının birçok farklı noktada yaptığı meydan okumalara cevap vermeye çalışmışlardır. Bu çabanın bir ürünü olarak mevcut değişen durum ve şartlara paralel kelam ilminde de yenilenme çalışmaları başlamıştır. Ondokuz ve yirminci yüzyıllarda ivme kazanan yenilenme çalışmaları, kelam ilmine ilk dönemki işlevini ve canlılığını yeniden kazandırma çabaları günümüzde önemli bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Batıda ortaya çıkan bilim ve felsefedeki gelişmelere cevap verme çalışmalarına katkı veren Müslüman âlimler ve yöneticiler yeni bir fikrî hareketlilik ortamı oluşturdular. Osmanlı’da Meşrutiyetten Cumhuriyete geçen zaman diliminde yayınlanan gazete ve mecmualar yeni bir aydın sınıfı oluşumuna katkı yaptı. Bu aydınlar yaşadıkları zamanın problemlerine çözümler sunma gayretiyle birçok eser kaleme aldılar, çok farklı projeler ortaya koydular. (Paslı, 2023, s.8)

Osmanlı’nın son dönem değişim ve dönüşüm arayışlarında ortaya koyduğu farklı toplumsal yaklaşımlar ve fikri akımlar genel itibari ile fıkıh üzerinden okunmuştur. Osmanlı düşünce tarihinin bütün aşamalarında kelam, tasavvuf ve felsefe gibi disiplinlerin konumu farklı zamanlarda tartışıldığı halde fıkhın meşruiyeti hiçbir zaman tartışma konusu olmamıştır. Fakat fıkhın ortaya koyduğu kuralların zahirine atıfta bulunanlarla tasavvufi ya da felsefi tarafına dikkat çekenler arasında, bazen farklı yaklaşımlar sergileyenler olmuştur. Fıkıh bu pozisyonu, sosyal hayatın ayrıntıları da kapsayan geneline yönelik zengin ve farklı bir içeriğe sahip olmasından, hayatla birlikte hareket etmesinden, sosyal hayattan kopmamasından kaynaklanıyordu. Bir bilim dalı olarak fıkha verilen değerin delillerine, medrese müfredat programında, şer’iye sicillerinde, fetva kayıtlarında ve kanunnamelerde sıklıkla rastlanmaktadır.(Taş-Göksüçukur, 2019, s.480).

Kâtip Çelebi (1609-1657), Osmanlı ilim insanlarının Fatih Sultan Mehmet (1432-1481)’ten kendi zamanına eğitim sistemindeki köklü değişime değinir ve ‘Hidaye ve Ekmel’ gibi fıkıh eserlerine ciddi önem verilmesinin aksine, mantık ve felsefeye dair kitapların ihmal edildiği gerçeğinin olumsuz sonuçları üzerinde durur.(Kâtib Çelebi, 1980, s.21).On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı bilim dünyasında artan çeviri çalışmalarıyla birlikte daha önceki dönemlerde sadece üst düzey bürokratlar ile padişahların istifade edebildiği batıda üretilen bilgiyi artık yeni gelişen Osmanlı aydın tabakası da günü gününe izleme imkânlarına kavuşmuştu. Bu hızlı bilimsel değişimler neticesinde on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ıslahat çevrelerince geçmişin popüler ilmi olan fıkıh usulüne bağlı kalmaksızın, ondan bağımsız dile getirilen düşünce ürünleri, gelenekten gelen akıl yürütme şekilleri olan içtihad, kaza (hüküm) ve fetvanın yanında kendini göstermeye başladı. Sosyal bilimler usulüne dayalı teori geliştirme yaklaşımı olarak değerlendirilebilecek bu çalışmalar toplumda kısa sürede meyvelerini vermiş ve “Yeni Osmanlılar” adıyla yeni bir aydın tabakanın, ulemanın karşısında konumlanmasını sağlamıştır. İki farklı usulün temsilcileri arasında giderek artacak olan politik ve ideolojik bir ayrışma ve gerilim ortamı meydana gelmeye başlamıştı. (Şentürk, İstanbul, 2000, s.142-146).

Yeni Osmanlılar iddialarını genellikle fıkıh temelli inşa etmişlerdi. Fıkıh, onların hem muhalefet hem de yeniden inşa anlamında müzakere ettikleri düşüncelerinin meşruiyet dayanağını oluşturuyordu. Bu dönemde, batıda gelişen sosyal bilimlerle ilgili birikimden, kendi iddialarını destekleyen delilleri tercüme edip kullanmaktan çekinmediler. Bu yaklaşım, hem Osmanlı sosyal bilim anlayışını geliştirmiş hem de bilimsel bir çaba olarak fıkhi bilginin yeniden gözden geçirme çalışmalarının yolunu açmıştır. Yeni Osmanlıların fıkıh ile sosyal bilimlerin telifi konusunda eksik bıraktıkları teorik ve metodolojik konular, Ziya Gökalp’ın başını çektiği bir kısım aydın grubu tarafından çalışılmıştır. Üzerinde en çok durdukları konu ise, fıkıh ile sosyal bilimlerin birlikte değerlendirilmesi olmuştur. Bu anlamda kültürel ve siyasi modernleşme ile fıkıh arasındaki ihtilafları gidermeye ve aralarını telif etmeye dair çabalarda en önde Gökalp’e gelmektedir. Gökalp, fıkhın toplum üzerindeki etkisinin farkındaydı. O’na göre bu toplumsal bilim, Durkheim sosyolojisinin imkânlarını kullanarak yenilenmeliydi. Fıkhın sosyal bilimlerle özellikle sosyoloji ile birleştirilme yönteminin Osmanlı sosyal hayatının yeniden yapılandırılması hedefine yönelik siyasi, ideolojik ve kültürel uyum süreçlerinin yönetimi için düşünülmüştür. Gökalp’in bu projesini destekleyenler arasında Mustafa Şeref (Özkan, 1884-1938), Halim Sabit (Şibay, 1883-1946), Mehmet Şerefeddin (Yaltkaya, 1879-1947) ve Mansurizade Mehmed Said (1848-1923) gibi isimler vardı. (Şentürk, İstanbul, 2018, s.150-158).

Osmanlı aydınları 1699’dan beri bir türlü durdurulamayan geriye gidişe kesintisiz bir biçimde kafa yormuşlardı. Özellikle Tanzimat (1839-1876) dönemiyle birlikte iyice hız kazanan toplumsal değişim süreci, Osmanlı/Türk toplum hayatında, beraberinde yeni sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçları gündeme getirmiştir. Ziya Gökalp; yeni toplumsal ihtiyaçların yönetimi konusuyla ilgili olarak, zihinlerde teoride şekillenen hukuk reformu fikrinin, halkın azami faydasına hizmet edebilecek bir biçimde, hangi ölçütlerle, işlerlik kazandırılarak hayata geçirilmesi gerektiği konusunda çalışıyordu. Sosyolog Ziya Gökalp, Osmanlı toplumunda içtihatların özellikle “örf” ü esas almak şekliyle yapılmasının altını çizmiştir. Örfün İslam hukukundaki işlevsel meşruiyetinin temeli olarak Ebu Hanife (699-767)’nin içtihat usulünü benimsemiştir. İlk fıkıh usulü eserini kaleme alan Ebu Yusuf’un (738-798), “nass ile örf tearuz (birbirine zıt düşerse) ederlerse bakılır: Eğer nass, örften mütevellit (doğmuş) ise, örfe itibar edilir” (“Tearuz”, DİA, 2011, s.40/208-211) görüşünün merkezine yerleştiren Gökalp,  (Gökalp, 2014, s.22-32). “O halde örf de nass gibi hakiki ve açık surette değil, fakat zımnî, mecazi itibarla ilahi bir mahiyete haiz olamaz mı?” sorusundan hareketle dini, siyasi ve entelektüel düzeylerde yürütülen fıkıh usulü ile ilgili tartışmalara farklı ve yeni bir boyut getirmiştir.

Gökalp, fıkhın Kur’an ve Sünnet’ten aldığı delilleri yorumlarken toplumun temel dinamikleri olan örf, adet, gelenek, alışkanlıklar ve davranış kalıplarına hâkim olmasının gerekliliği üzerinde durur: “Kıyas, icma, istihsan, sahabe kavli, istishab, mesalih-i mürsele, sedd-i zerâi, v.b. gibi klasik İslam fıkıh teorisinin kabullerine uygun olarak gelişmiş içtihadi yöntemler arasında, örfün tarihsel ve güncel sosyolojik konumu geçen zaman içerisinde daha çok önem kazanmıştır. Ehl-i Beyt uleması ile İmam Malik (711-795)’in, Medinelilerin bazı geleneklerini de sünnete dâhil ederek sünnetin kapsamını genişletmişlerdir. Ebu Hanife’de, İslam fıkhının temel rükünleri olan “Kur’an”, “Sünnet”, “İcma” ve “Kıyas”a, “İstihsan”ı (İstihsan, Kayseri, 2006, s.334-335) da eklemiştir. Bunlar örfün ve geleneğin fıkıhtaki öneminin ispatıdır.” (Uriel, Ankara, 2002, s.82.

Bu şekilde Gökalp’in geliştirmiş olduğu “İctimai Usul-i Fıkıh” teorisinde, geleneklerin hukuktaki hareket alanı da genişletilmektedir. İslam şeriatının vahye dayanan ulvi kısmı (tenzil), bir ilahi bilgi kaynağına sahip olduğu için tam bir mükemmeliyete sahiptir ve bu yönüyle ilerleme, değişme ve olgunlaşma söz konusu değildir. Dolayısıyla Gökalp’in düşüncelerine göre dinin özünü (tenzil) öteki sosyal kurumlar gibi tekâmül kurallarına dayanarak değerlendirmek doğru değildir. Zira din, yalnızca “nezihkâr bir imanla” şüphe ve tereddütten uzak bir biçimde samimi bir kalple inanıldığı sürece dindir. Mutlak, mükemmel, değişmez ve bozulmaz vasıflarla mücehhez olduğuna inanılmayan din, özelliğini kaybeder ve dinlikten çıkar. Nakli şeriat (tenzil) değişmekten ve gelişmekten uzaktır. İctimai şeriat (te”vil) ise sosyal yaşama benzer bir şekilde durmadan bir değişim, oluş ve akış halindedir. Bunlardan yola çıkarak fıkhın bu bölümü İslam popülasyonunun sosyolojik olarak değişimine bağlı bir şekilde gelişmek zorundadır. Fıkhın dini kanıtlara (nassa/tenzil) bağlı esaslarıysa kıyamet gününe dek sabit kalacaktır. Fakat bahsedilen esasların, fakihlerin icmasına ve toplumun geleneklerine dayanan sosyolojik boyutu, her dönemin ihtiyaçlarına uyum göstermelidir. İslam dinine inananlar nassların emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak zorunda oldukları gibi maarufu olanı emretmekle ve münker olanı yasaklamakla da sorumludurlar. Maruf ve Münker, toplumun vicdanının da onayladığı ya da onaylamadığı davranışlardan ibarettir. (Gökalp, 2014, s.32).

Ziya Gökalp İslam fıkhının oldukça önemli bir parçası olan kazai (hukuki) yanının ihtiyaçlara cevap veremeyecek bir halde olması, İslam dininin cihanşümul olma iddiasını (Soysaldı, 2007, s. II/144-166) zayıflatır. Gökalp’e göre fıkhın nass (dini/tenzil) kısmı ve kazaî (te’vil) kısmı birbirlerinden farklı amaçlara sahiptir. Örneğin, faiz dinen helal değildir, ancak “devr-i şer’i” yoluyla hukuki olarak geçerlidir; zaman aşımı nedeniyle hukuki olarak dava açma hakkı düşse de dinen hakkı düşmez; dinen varise vasiyet etmek caiz değildir, ancak “nef’i mülk” veya “vücuh-u birre” (Kaya-Durmuş-Bektaş-Akkaya, 2017, s.3/50-62) gibi yollarla hukuki olarak geçerlidir; hülle (DİA, 1998, s.18/475-477) dinen caiz olmamasına rağmen hukuki olarak geçerlidir; adalet imkânı yokken çok eşlilik dinen caiz olmadığı halde Kur’an nassıyla teyit edilmiş olsa da hukuki olarak geçerlidir ve kabul edilmektedir. (Gökalp, 2014, s.47, 48).

Gökalp, iyi ve kötüyü haiz olan amelleri ‘dini ibadetler’ ve ‘hukuki muameleler’ olmak üzere ikiye ayırır. Fıkhın hem hukuku fiilleri hem de ibadet mekânlarını düzenlediğinden bahisle, fıkhın bazılarının zannettiği gibi münhasıran İslam hukuku demek olmadığı görüşündedir. Osmanlı-Türk modernleşme sürecinin en hareketli olduğu dönemi olan II. Meşruiyet (1908-1920) evresinde, Ziya Gökalp öncülüğündeki bir grup düşünür, fıkıh ve kelam gibi temel İslam bilimlerini, klasik, geleneksel anlayış ve kalıpların dışında, güncel bir bakışla yeniden yorumlayarak ele aldıkları entelektüel bir arayışın içine girmişlerdir. (Yetim2008, s.18/71-84.                                                                                                                

Osmanlı/Türk toplumunun dini hayatındaki değişim ve gelişim sürecine yön verme teşebbüsü olarak değerlendirilebilecek olan bu yenilikçi müdahalelerin çıkış noktasının, geleneksel din anlayışı için, modernleşme ve gelişim sürecine etkin katılmamızı hızlandıracak, yardımcı olacak bir format kazandırmak ve dolayısıyla toplumda geçerli olan dini yaklaşımlar ve uygulamaların, modernist itirazlar karşısındaki direncini kırmak amacına yönelik olduğu söylenebilir.

Bu çerçevede İslam şeriatının hem ilahi (tenzil) hem de ictimai (te’vil) yanlarına vurgu yapan Gökalp, ilahiyat bilimlerini sosyolojinin bakış açısına dayalı olarak yeniden ele almak suretiyle, örfün sosyal fıkıh yöntembilimindeki etkin kullanımını gerektiren içtihat fikrini, reform sürecinin merkezine oturtmaktadır. Bu yüzden Gökalp’e göre sosyoloji biliminin gelişme gösterdiği yirminci yüzyılda, kültürel bir yeniden inşa aracı olarak “İctimai Usul-i Fıkıh” ilmi devreye sokulmalıdır. Bu bağlamda Osmanlı/Türk modernleşmesinin II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte başlayan evresinde, başta din, hukuk ve eğitim olmak üzere sosyal bilimlerin çeşitli alanlarına ilişkin pek çok problemi ele alan entelektüel müzakarenin lider isimlerinden olan Ziya Gökalp’in, daha çok İslam Mecmuası’nda başlattığı, devrin diğer yayın organlarında da dile getirdiği sosyoloji ve fıkıh telifi programının metodolojik ve kuramsal sorunlarına odaklanan “İctimai Usul-i Fıkıh” projesi, Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu zor koşullardan çıkabilmesini öngören uygun bir formül olarak kendisinin aynı yıllarda ortaya koyduğu; “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” idealinin temel varsayımlarıyla örtüşmektedir.

3.Sonuç

Gökalp’in felsefeden ayrılarak müstakil bir disiplin haline gelen sosyolojiye dair çalışmaları dikkate değerdir. Onun “İctimai Usul-i Fıkıh” a yönelik olarak tesis ettiği asıl ve özelinde fıkıhla sosyolojinin, daha genel mana itibariyle de İslam düşünce birikimiyle Batı düşüncesinin sentezini hedefleyen görüşleri, Osmanlı dönemi devlet ve toplum hayatının “tanzim” ve “terakkisi” için ortaya koyduğu bir çözüm yolu olarak değerlendirilmektedir. İslam Mecmuası’nda Halim Sabit ve Mustafa Şeref gibi diğer düşünürlerinde desteğini alarak geliştirilmiş olan bu proje ile Gökalp, sosyal bilimler ile fıkha dair teorileri birleştiren ya da seçici bir metodla birlikte değerlendiren, ancak, bu sentezin teorik ve metodolojik sorunlarına ciddi bir şekilde eğilememiş olan, Yeni Osmanlı hareketinin bıraktığı entelektüel mirasa sahip çıkarak düşünce geleneğimizin oluşmasına katkıda bulunmuş ve Osmanlı Türk kamuoyunda uzun süredir eksikliği hissedilen nitelikli ve güvenilir, bilimsel bilginin tesis üretilmesine önemli katkılarda bulunarak(Bakırcı, 2004, s.180; Şentürk, 2018, s.159). Ziya Gökalp özellikle İslam Mecmuasında yoğunlaşan sosyoloji-fıkıh ekseninde yaptığı çalışmalarla içtihat kapısının yeniden aralanmasına vesile olmuştur.(Kurşun, 2019, s.1/39). Türk tarihi içerisinde matbuatın farklı fikir düşüncelerle dolu olduğu bir dönemde yeni gelişen sosyoloji ile birlikte ele alınan fıkıh ve kelam yaklaşımların bilinmesi günümüzü anlamak ve anlamlandırmakta da önemlidir. O dönemi derinlemesine incelemeden bugüne dair yapacağımız değerlendirmelere eksik kalabilir.

Gökalp’in fıkıh ile sosyoloji arasında kurmaya çalıştığı bu öncü ve güçlü ilişki ve fıkhı da yeniden yorumlaması; çağdaşı olan ve Yaltkaya’nın onun fıkıh ile sosyoloji arasındaki ilişkiye benzer olan kelam ile sosyoloji ilişkisine dair olan ‘ictimai kelam’ projesi gibi yeni oluşumlarda etkisinin olduğu kanaatindeyiz. Günümüzde de yeni ilmi kelam çalışmaları arasında “sosyal kelam” başlığı altında; iman-amel, iman-ahlak bağlantısına dikkat çeken ve kelam-sosyoloji ortak disiplininde çalışmaların yapılmasında içeride Ziya Gökalp’in “ictimai hukuk”, dışarıda ise Emile Durkheim’in “Dayanışmacı hukuk” yaklaşımlarının tesiri (Paslı, 2023, s.106-113) göz ardı edilemez.

Kaynakça

Bakırcı,  Mustafa. “II. Meşrutiyet Dönemi Din Sosyolojisinin Önemli Bir Kaynağı: İslam Mecmuası, (1914-1918)”, Konya: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004.

Danış, İlhami. İslam Mecmuası. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yay., Kitap No: 55, 2019.

Gökalp,  Ziya. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul: Ötüken Yayınları,  2014.

Göleç, Mustafa. İslam Mecmuas. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yay., Kitap No: 55, 2019).

Heyd,  Uriel. Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, İstanbul:  İlgi Kültür Sanat Yayınları,  2010.

İslam Mecmuası(1914-1918). İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları. No.55, 2019.

Kara, Ayman. Tanzimat’tan 1950’ye Türkiye’de İktidar Muhalefet İlişkileri Kırıkkale: Ekonomi İşletme Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Dergisi, 2019.

Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hakk fi İhtiyâri’l-Ahakk, sâde. O.Ş. Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser, Yay. no. 145, İstanbul, 1980.

Kaya Süleyman- Durmuş Muhammed Emin-Bektaş İsmail-Akkaya Arif, “Muhasebe Kayıtları Işığında 18. Yüzyıl Para Vakıflarının Nakit İşletme Yöntemleri”, Sakarya:  Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, c.3, 2017.

Kurşun, Zekeriya. İslâmcı-İttihatçı Bir Yapılanma: Cemiyet-i Hayriye-i İslâmiyye ve İslâm Mecmuası, İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2019.

Paslı, Cemil, Kelamda Yenilik Arayışlarında Farklı Bir Parantez: M, Şerefeddin Yaltkaya’nın İctimai Kelam Projesi, Konya: Çim-Ke Yayınevi, 2023.

Soysaldı, Mehmet. “Kur’an’ın Getirdiği Evrensel Prensipler”, Elazığ: e-Journal of New World Sciences Academy, 2007.

Şentürk,  Recep. “Fıkıh ve Sosyal Bilimler Arasında Son Dönem Osmanlı Aydını”, İstanbul: İslam Araştırmaları Dergisi, 2000.

Şentürk,  Recep. İslam Dünyasında Modernleşme ve Toplumbilim-Türkiye ve Mısır Örneği, İstanbul:  İz Yayınları, 2018.

Taş Kemaleddin-Göksüçukur Betül. “Osmanlı Dönemi Batıcılık, İslamcılık Türkçülük Fikir Adımları ve Din”, Isparta: Dini Araştırmalar Dergisi, c.22, S.56, 2019.

Ünüvar,    Kerem. “Ziya Gökalp”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-4, Milliyetçilik. İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.

Yetim, Fahri. “II. Meşrutiyet Döneminde Türkçülüğe Geçişte Kapsayıcı Formül: “Millet-i Hâkime” Düşüncesi ve Etkileri”, Isparta:  SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2008.

Yorum Ekle