Kısaca hayatı:
· 1876 – Bitlis’in Hizan İlçesine bağlı İsparit Nahiyesinin Nurs Köyünde dünyaya geldi.
· 1888 – Medrese eğitimini tamamladı.
. 1894 – Van’a giderek orada coğrafya, matematik, jeoloji, fizik ve kimya gibi müsbet ilimleri öğrenmeye başladı. Kendisine Bediüzzaman lâkabı verildi (Hadisesi ise şöyleydi: Molla Fethullâh ismindeki alim Said Nursi’ye çalışmalarındaki üstün başarıyı ve zekasına şahit olunca Hafıza gücünü de test etmek istedi. Makamat-ı Haririye ismindeki çok karmaşık ifadeleri olan eserin iki satırını iki sefer okuyup ezberlemesini istedi. Said Nursi de tam sayfayı bir kez okuyup ezberledi. Molla Fethullah iyice şaşırarak “Zeka ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir” dedi. Ve bu ancak asrın Bediüzzamanı yapabilir dedi. Bu onun için lakap oldu.).
· 1907 – Cuma selamlık töreninde Padişah II. Abdülhamit’e dilekçe vermek isteyince önce tutuklandı sonra Toptaşı Akıl Hastalıkları hastanesine yatırıldı.
· 1907 – Eğitimle ilgili islam ve bilimi eksen alan projelerini padişaha sunmak üzere İstanbul’a geldi. Van’da kurmayı planladığı Medresetü’z Zehra padişah tarafından kabul gördü ve ödenek ayrıldı.
· 1909 – İttihad-ı Muhammedi Fırkası (Fırka-i Muhammediye)kuruluşunda kurucu üye olarak yer aldı.
· 1909 – 31 Mart Olayı sebebiyle Divan-ı Harp Mahkemesinde yargılandı. Beraat etti.
· İttihadı İslamla ilgili birçok makale yazdı.Sultan Selim’e bîat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyat-ı şarkıyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu mes’elede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihâd-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemâl ve Sultan Selim’dir ki, demiş:
İhtilaf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dayı def’a çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni…
Yavuz Sultan Selim
· 1911 – Şam, Emevîye Camii’nde büyük bir hutbe okudu. Hutbede alemi İslam’ın içinde bulunduğu hastalıkları ve tedavi yollarını anlattı. Hastalıklar şunlardı:
Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye de ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Çözüm yolları:
BİRİNCİ KELİME: “El-emel”. Yani Rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümid beslemek.
İKİNCİ KELİME: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me’yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ Hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.
Yeis; ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بِي hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arab gibi nev’-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
ÜÇÜNCÜ KELİME ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üssü’l esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.
DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:
Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.
BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor.
ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ Ayet-i Kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev’-i beşerdeki telahuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
Asya Kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iyye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyyedir ki, o hürriyet-i şer’iyye, âdâb-ı şer’iyye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer’iyye, iki esası emreder:
اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ
وَ لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ { نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمنِ
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.. Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iyye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ االْيَاْسُ فَلْتَدُومِ االْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورَى وَاالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ االْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…
Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?
Elcevab: Nur’un Yirmibirinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşıyabilir o düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.
Bu hutbe daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaştırıldı. Münâzarat (Avamın reçetesi ) ve Muhakemât (ulemanın reçetesi ) gibi eserlerini telif etti.
· 1915 – Gönüllü Alay Kumandanı olarak Birinci Dünya Savaşı’na katıldı.
· 1916 – Bitlis savunması esnasında yaralanarak (ayağı kırıldı 34 saat ) Ruslara esir düştü.
· 1918 – İki buçuk yıl süren esaretten, esaretin büyük bölümünü kosturma da bir tatar camiinde gözetim altında geçirdi,bir Rus askerin yardımıyla firar etti. İstanbul’a geldi. Devrin tek İslâm Akademisi olan “Dar-ül Hikmet-ül İslamiye”ye üye oldu.
· Bakınız : 1.Dünya savaşında Bediüzzaman Said Nursi (Dr. Ramazan BALCI )
· 1919 – 19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Ermenekli Saffet efendi gibi din ve eğitimcilerle birlikte daha sonra Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alacak Müderrisler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Müderrisîn) kuruluşuna üye olarak katıldı.
· 1919 – Mesnevî-i Nuriye (risale nurun fidanlığı arapça ) adlı eserini yazmaya başladı.
· 1920 – İstanbul’un İngilizler tarafından işgali üzerine Hutuvât-ı Sitte adlı bir eser yayınladı. Bu eser yüzünden işgal kuvvetleri tarafından gıyabında ölüm cezasına mahkûm edildi.
· 1922 – Zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya TBMM’ye dâvet edildi. Burada mebuslara hitaben hazırladığı on maddelik beyannamede İslam değerlerine sahip çıkılması gerektiğini ifade etti. Ankara’ya geldiğinde devlet merasimiyle karşılanan Bediüzzaman, kendisine yapılan Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı tekliflerini reddetmiştir.
· 1923 – Ankara’yı terk ederek talebe yetiştirerek münzevi bir yaşam sürmek üzere Van’a yerleşti. Öğrencilerine ders vermeye başladı. Erek Dağı’nda iki senesini geçirdi.
· 1925 – Şeyh Said İsyanı’ndan sonra Burdur’a sürüldü ve Burada Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazdı.
· 1926 – Barla’ya sürüldü. Burada Risale-i Nur’u telife başladı. Sözler ve Mektubat’ın tamamı, Lemalar’ın da büyük bölümünü burada yazdı.
· 1934 – Barla’dan Isparta’ya sürüldü.
· 1935 – “Gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak” iddiasıyla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde aleyhinde dâvâ açıldı ve mahkeme neticesinde Tesettür Risalesi’nden dolayı on bir ay, on altı öğrencisi de altı ay hapse mahkum edildi. Eskişehir Hapishanesinde tutuklu kaldı ve orada tecrid altında tutuldu.
· 1936 – Hapis cezasının bitiminden sonra 7 yıllığına Kastamonu’ya sürüldü.
· 1943 – 126 talebesiyle birlikte tekrar “rejimin temel düzenini yıkmak” suçundan tutuklanarak Denizli Hapishanesine sevk edildi. 9 ay tutuklu kaldı. Beraat etti.
· 1944 – 9 aydan sonra Emirdağ’a götürüldü ve burada zorunlu ikâmete mahkum edildi.
· 1947 – Aynı suçlamalarla tekrar tutuklanarak 54 talebesiyle birlikte Afyon Hapishanesine sevk edildi. Yaklaşık 20 ay hapiste kaldı. Buradan tekrar Emirdağ’a götürüldü.
· 1952 – Gençlik Rehberi eseri hakkında açılan dava münasebetiyle İstanbul’a geldi ve bu davadan beraat etti.
· 1953 – Emirdağ’a döndü. İkinci defa İstanbul’a geldi ve üç buçuk ay burada kaldı. Bundan sonraki hayatı genellikle Emirdağ ve Isparta’da geçti.
· 23 Mart 1960 – Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa Halil-ur Rahman Derhahı’na defnedildi.
· 12 Temmuz 1960 – 27 Mayıs Darbesi sonrasında hükümetin emriyle mezarı yıktırıldı. Naaşı alındı ve Isparta, Burdur Afyon üçgeninde bir yere defnedildi.
Bediüzzaman’ın hayatının temel gayelerini 3 maddede ortaya koyabiliriz:
1.İmanı takviye hareketi: “Bu memleket insanlarının makine-i tekâmülatının (maddî ve mânevî yükselme aracının) buharı (yakıtı) diyanettir” demesi ve “milletin kalp hastalığı zaafı diyanettir, ancak onu takviye ile sıhhat bulabilir” temel tesbiti bunun içindir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 62-63) Bu satırların yazıldığı tarih, 18 mart 1909 tarihidir.
“Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.” (Mektubat; 16. Mektub). Bu zamanda “ehl-i dalalet ve haksızlığın (tesanüd sebebiyle) cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehâsıyla hücum” etmesi (Yirminci Lem’a), Üstad’ı çok endişelendirir ve Eşref Edip Bey’le yaptığı bir mülakatta bu endişesini şöyle dile getirir: “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı)
2.Medresetüzzehra : İşte bu davasının tahakkuku ve kalplerde tahkiki imanın yerleşmesi için verdiği bir ömürlük mücadele ve mücahedesinin yanında onun bir başka gayesi daha vardı. Bunu kendisi bizzat şöyle açıklar: Camiü’l-Ezher’e Afrika’dan bir medrese-i umumiye olduğu gibi Asya, Afrika’dan ne kadar büyükse daha büyük bir darü’l-fünun da ve bir İslam üniversitesi de Asya’da lazımdır, dedim. Ve felsefe-i fünun ile ulum-ı diniye birbiri ile barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaiki ile tam müsellah etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye. Velayet-i Şarki’nin merkezinde hem Hindistan’ın hem Arabistan’ın hem İran’ın hem Kafkasya’nın hem Türkistan ortasında Medresetü’z-Zehra manasında Camiü’l-Ezher üslubunda bir darü’l-fünun hem mektep hem medrese olarak vücuda gelmesi için tam 55 senedir Risale-i Nur’un hakikatine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. (Emirdağ Lahikası)
Bu üniversitenin ana gayesi, hem din hem de fen ilimlerinde mütehassıs bilim adamları yetiştirmek olmakla birlikte, bir başka gayesi de yine Üstad’ın çok önemli bir hedefi olan İttihad-ı İslâm’a zemin hazırlamasıdır. Bu üniversitenin eğitim dili konusunda Arapçanın vacip, Türkçenin lâzım, Kürtçenin de caiz olması gerektiğini ifade eder.
3.İttihadı İslam:( Cemahiri müttefika-i İslamiyye )1911 senesinde Şam’daki Cami-i Emevi’de verdiği ünlü hutbesinde şöyle demişti: “Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.) hutbe-i şamiye.Üstadın İslâm âleminde arzu ettiği ittihad fikrini, bugünkü Avrupa Birliği bir yönüyle kendi bünyesinde gerçekleştirmiş ve ittihadın sağlayacağı faydalar konusunda biz Müslümanlara da iyi bir örnek olmuştur. İttihatla iltihakı karıştırarak, İttihad-ı İslâm’a karşı çıkanlara bu hal güzel bir cevaptır. Yani, Üstad’ın nazara verdiği ittihad, her devletin kendi bütünlüğünü ve istiklaliyetini korumasıyla birlikte, ekonomik hedeflerin gerçekleşmesinde, asayişin temininde, gençliğin kötü alışkanlıklardan korunmasında ve benzeri birçok konuda ortak hareket etme manasınadır. Üstad’ın idealindeki üniversite modeli olan Medresetü’z-Zehra’nın İslâm âleminde varlığını hissettirmesiyle İslâm birliğinin en büyük düşmanı olan menfi milliyet (ırkçılık) belası da bertaraf edilmiş olacaktır.