UHUD’UN OKÇULARI OLABİLİR MİYİZ?

Bedir Muharebesinde Müslümanlar 305, müşrikler 1000 kişi idi. Müslümanlar, imanlarından aldıkları güçle kahramanca çarpıştılar ve Allah’ın yardımıyla kendilerinden kat kat üstün olan düşman ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Bir rivayette 3000 bin bir rivayette 5000 melekle Yüce Allah İslam ordusunu desteklendiği ifade edilmiştir. Müşrikler savaş alanında 70 ölü, 70’de esir bırakarak kaçtılar. İslâm’ın en büyük düşmanı Ebû Cehil’de ölenler arasında idi. Böylece savaş Müslümanların kesin zaferi ile sonuçlanmış oldu. Bu savaşta Müslümanlardan 14 kişi şehit olmuştur.

Uhud Muharebesi ikinci Mekkelilerin ve Müslümanların ikinci askerî karşılaşmasıdır. Küçük Müslüman ordusunun büyük Mekke ordusunu bozguna uğrattığı 624 Bedir Muharebesinden sonra yer almıştır.

Mekke’den Medine’ye 11 Mart 625’de yürünüldü. Mekkeliler Bedir Muharebesi’ndeki kayıplarının öcünü almak için ve Muhammed’in arkasından saldırmak için yaptılar ve düzenlediler bu orduyu. Müslümanlar muharebe için hazırlıklıydı ve yakın zaman sonra iki ordu Uhud’un bayırlarında ve düzlüklerinde savaştılar.

Bedir Muharebesi’ndeki ağır yenilginin intikamını almak isteyen Mekkeliler daha büyük bir güç toplayarak Uhud Dağı eteklerine geldi. Muhammed şehir savunması yapmak istiyordu. Özellikle (Bedir Muharebesi’ne katılamayan) gençlerin açık alanda savaş istekleri sonucunda Uhud Dağı eteklerinde muharebe yapıldı. Muhammed, iki ordunun karşılaştığı Uhud Dağı’ndaki dar bir geçidin iki tarafına okçularını yerleştirdi. Mekkelilerin Uhud Dağı’nın etrafından dolaşarak Müslümanlara saldırma ihtimalini önlemek istiyordu. Okçularına, “Kuşların bizim ölülerimizi yediğini görseniz bile haber verilmeden yerinizi terk etmeyiniz.” emrini verdi. İki tarafın kuvvetleri Uhud Dağı eteklerinde karşılaştı. Müslümanların saldırısıyla Mekke ordusu bozguna uğradı. Bunu gören okçular, muharebenin kazanıldığını sanarak yerlerini terk etmişti ve Mekkelilerin bıraktıkları ganimetleri yağmalamaya başladılar. Bundan yararlanan Halid Bin Velid, yanındaki kuvvetlerle okçuların terk ettiği geçitten Müslümanlara saldırdı. Bu saldırı sonucu içlerinde Hz. Hamza’nın da olduğu 70 sahabe şehit edildi. İslam ordusu güç kaybetti.

Bedir Savaşı’nda, Allah’ın yardımıyla melekler de savaşa katılarak savaş kazanıldığı halde, Uhud Savaşı’nda melekler niye yardımcı olmadı da savaş kaybedildi?

Bedir Savaşı’nda Müslümanlar, az olmalarına ve aslında savaş için değil, kervanı elde etmek için yola çıkmalarına rağmen, savaş söz konusu olunca, hiç tereddüt etmeden canları pahasına yiğitçe meydana atıldılar ,ve savaştılar. Allah da daha bir çok hikmetin yanında, Allah’a ve Resulüne karşı gösterdikleri itaatleri ve samimî tavırlarına mükâfat olarak melekleri gönderdi ve eşsiz bir zafer kazanıldı.

Uhud Savaşı’ nda ise, Hz. Peygamber (a.s.m) Uhud’un bir tepesine yerleştirdiği okçu birliğine “İster galip ister mağlup olalım, siz asla yerlerinizi terk etmeyeceksiniz.” şeklinde talimat verdiği halde, bu emre itaatsizlik edenler yüzünden bu savaşta yenilgi mukadder oldu. Emre itaat etmemek ve ganimet arzusunun ağır basması mağlubiyetin yolunu açtı.700 kişilik İslam ordusunda 50 okçudan 40 ının görev yerini terk etmesi böyle bir sonuca sebep oldu.

Bu iki tarihi olaydan bize düşen ise ; kendimize şu soruyu sormamızdır: Uhud’un okçuları olabilir miyim ?

Hepimiz hayatın farklı alanlarında çalışıyoruz. Ayrıca rızkımızı tedarik ettiğimiz görevlerimiz dışında gönüllü olarak faaliyet gösterdiğimiz STK lar da Allah rızası için koşturuyoruz.

İşte her Müslüman gerek şahsı itibariyle , gerekse vakıf ve dernek olarak kurumsal kimlik olarak bu soruyu kendisine sormalıdır.

Sayımızın azlığına , gücümüzün miktarına bakmadan her Müslüman bu zamanda bence Uhud’un okçusu olduğu bilinciyle yerinde sağlam durmalı ve görevini –başkasına nazar etmeden- eksiksiz yerine getirmelidir. Kendi bulunduğu konumda ve görevde yapacağı bir güzelliğin büyük fetihlere , başarılara ; yapacağı bir yanlışlığın , hatanın ciddi mağlubiyetlere , yıkımlara yol açacağı hassasiyetiyle vazifesine yoğunlaşmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursi 28 Nisan 1910 yılında Şam Emevi camiinde verdiği hutbede konunun önemine şu şekilde işaret etmişti:” Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazen bir kalmıyor. Belki bazen binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen, (maddeten)  yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya her bir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz.” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım” deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil! diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım” deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!

Ümmetimin fesada uğradığı dönemde kim benim bir sünnetimi yerine getirirse ona yüz şehid sevabı vardır.( Taberani, Beyhaki ve İbni Mace) Peygamberimizin bahsettiği o zamanda yaşıyoruz. İyiliğinde ,kötülüğünden karşılığının kat kat fazla verildiği bir dönemdeyiz.

O halde yine Bediüzzaman’ın talebelerine yaptığı şu önemli tavsiye ile bitirelim: Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!

Yorum Ekle