Muhsin BAŞKAN: Muhsin Yazıcıoğlu, 19 Mart günü partisinin Karaman Seçim Bürosu’nda şunları söylemişti: “Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. Küf dedi mi gitti. Bunun da nerede geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız. Olmasak da, milletle olmayacağız. Yarın ahirette Allah, bize ‘Niye iktidar olmadın’ diye sormayacak. Sorsa da ‘Vermediniz’ diyeceğiz.”
Muhsin ÇELEBİ: Muhsin Çelebi çok akıllı bir insandı. Merde namerde muhtaç olmayacak kadar serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasında büyük bir mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar, sofrasında misafir hiç eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, anlardı. Yegane mefkuresi, ”Allah’tan başka kimseye secde etmemek kula kul olmamak” tı. İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbni Kemal ondan bahsederken “beni okutur” derdi.
Şairdi. Lakin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle medhiyeleri okumazdı bile…Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mina çiçekli, cenneti andıran nurani yolların nihayetinde daima “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan arzın üzerinde Allah’ın bir halefiydi. Allah insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin papuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışırdı ama insana aslaaa…
Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzetinefissiz kölelerden zahifeler gibi yerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz (insanlardan kaçar) olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Kureba bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı.
Huzuruna çıkarıldığı Sadrazam’ın “Neden şimdiye kadar devlet mansıbına girmedin ?” sorusu karşısında; Biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:
-Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem dedi. Halbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riyayla, tekapuyla çıktıklarından, etraflarına daima hep bu zelil mazilerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, himaye ettikleri hep deni riyakarlar, ahlaksız müdahinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzetinefis sahibi, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen GAREZ olur mahvına çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, paşam ?
…..
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle DÜMDÜZ laf söyleyememişlerdi. Tekrar “Acaba deli mi ?” diye düşündü. Deli değilse… Bu ne küstahlıktı.
Bu derece küstahlık ,”nizamı aleme” muhalif değil miydi ? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden ,”şunun başını vurdursam…” dedi.
Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının –neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: ”İşte, sen de tabasbus, riya, tekapu yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!”
Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… Al yanakları…Yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu…Biraz büyücek, eğri burnu…İnce sarığı…Tıpkı, Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu.
Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. ”Tam bizim aradığımız adam işte…” dedi.
Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hareketi de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:
-Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.
…….
Tebriz’e elçi olarak gönderildi Muhsin Çelebi. Gittiği ülkenin hükümdarı tarafından, istiskal edilerek ayakta tutulan Muhsin Çelebi , devletten bir kuruş kabul etmeden tüm servetini harcayarak Toroğlu’ndan aldığı pembe incili, bahada ağır fevkalâde kıymetli kaftanını yere sererek üzerine oturduktan sonra, hükümdarın huzurundan ayrılırken kaftanını almadan bırakıp İstanbul’a döndü. ‘Kaftanınızı unuttunuz!’ diye seslenenlere Muhsin Çelebi’nin, ‘Biz yere serdiğimizi bir daha sırtımıza almayız!’ dedi… O soylu jestiyle tarihe geçti!
Hikayenin tamamı Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan’ın da var. Bizim kültürümüzde ki “adam, delikanlı” tarifi yukarıda anlatılıyor. Biz bu milletin çocukları olarak bu hikayede anlatılan Muhsin Çelebi ve benzeri kahramanların hayatlarını okuyarak büyüdük. Onlar bizim hayalimizde ki kahramanlardı.
Bu hikayeyi daha önce de Başbakanımızın Davos’ta gösterdiği tavırdan ötürü yazmıştım. Ve Başbakanın yetiştiği kültüre, köklerine, ecdadına uygun bir davranış gösterdiğini ifade etmiştim. Aradan çok zaman geçmedi. Aynı hikayeyi başka bir “yiğit” için tekrarlamak zorunda kaldım.
Evet. Pembe İncili Kaftan’da ki “adam gibi adam “ Muhsin Çelebi’nin adaşı Muhsin Yazıcıoğlu ecdadına, köklerine uygun bir hayat yaşadı. Ve hepimize örnek bir hayat bıraktı arkasında.
Kendisine Allah’tan rahmet, kederli ailesine, Büyük Birlik camiasına ve tüm sevenlerine Sabr-ı Cemil diliyorum.