Han-ı yağma, potlaç ve armağan ekonomisi ile ilgili bir gelenektir. Eskiden düğün, bayram gibi toplumsal etkinliklerde zengin kimseler büyük ziyafetler verirlerdi. Ziyafetin sonunda misafirler ziyafette kullanılan altın ve gümüş yemek takımlarını ve değerli sofra yaygılarını diş kirası olarak paylaşırlardı. Bu ziyafeti veren kimsenin toplum içindeki itibarı artardı. Dede Korkut Masallarında da rastlanılan bu gelenek bugün yaygınlığını yitirmiştir.(Wikipedia)
“Biz Türkler , kapitalizm öncesi potlaç kültürünün insanlarıyız. En burjuva olanımızda bile piyasanın rasyonalitesi yoktur. Zenginimiz de, yoksulumuz da yaptığımız işleri başkalarına göstermek, hava atmak , böbürlenmek için yaparız. Potlaç kültürü , kapitalizm öncesi dünyadaki ilişki sistemlerini tanımlamak için kullanılmış bir kavram. Tam Türkçesi’ne “han-ı yağma” denebilir. Piyasa rasyonalitesi değil itaat, şan , şeref , gösteriş ve şatafat her şeyden önemli bu kültürde. Görünüşte kardeşlik, dayanışma gibi olumlu yanları da var. Batılılar potlaç kültüründen kapitalizme geçebilmek için yüzlerce yıldır uğraşıyor. Biz ise boğazlarımıza kadar potlaç kültürüne batmış olduğumuzu henüz idrak bile etmiş değiliz.” (Prof. Dr. Erol GÖKA)
“Rabbin için namaz kıl , kurban kes” , Kevser 108/2
“Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır. Tevbe, 9/111
“Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler” İnsân, 76/8
İslâm’ın güzel huylarından biri de, yemek yedirmek, susuzları sulamaktır.
Bu hususta gerek Cenâb-ı Hakk’ın ve gerekse Cenâb-ı Peygamber’in bir çok emirleri ve teşvikleri vardır:
İslam her fırsatta, bebek doğduğunda (akika kurbanı), sünnet zamanında, düğünde, ölümde, kefaretlerde, adakta ,kısaca her fırsatta infak etmeyi, vermeyi, yedirmeyi bazen emir bazen tavsiye eder.
Her fırsatta zenginden fakire bir köprü , bir bağ , bir akış öngörür. ”Zekat İslam’ın köprüdür “ hadisiyle peygamberimiz bu hakikate çok güzel işaret etmektedir. Zekat Allah’ın rızık olarak ikram ettiği her türlü nimetten verilmelidir.
Oysa kapitalizm , bireyselliği ve tüketimi ön planda tutarak ,daima kar ve gelir peşinde koşmayı emreder. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bir sitem peşindedir. Kapitalizmde karşılıksız hiçbir şey yoktur. Her verilen nemalanmış olarak geri alınmalıdır. Bu sistem emniyet verilerine göz attığımızda insanlığa refah ve mutluluk getirmemiştir. Çünkü fıtri yani yaratılışa uygun değildir.
İnsanda fıtri olarak yaratılışında yerleştirilmiş duygulardan önemli iki duygudur: Almak ve vermek.
İnsan almak ister, acıkır ,yemek yemek ister, utanır insanlar arasında üzerine bir şeyler giyinmek ister. İhtiyaçları sınırsızdır, bu ihtiyaçları temin etmek için para kazanmak ister.
Ve alırken zevk alır insan. Vücuduna ihtiyacı olan gıdaları alırken zevk alır. Üzerine örtünmek için kıyafetleri giyerken zevk alır. Birisinden bir hediye alırken -bu bir tebessüm bile olsa- birisi ona ikram ettiğinde zevk alır.
Vermek te aynen almak gibi fıtri bir duygu. Verirken de zevk alır insan. Yemekleri ihtiyacı olduğu için bünyesine alan insan, fazla ve gerekmeyen kısmını vücudundan atarken zevk alır. Yaşarken kirlenen insan üzerinde ki kiri ,ağırlığı banyoda , hamamda , saunada atarken zevk alır.
İşte malı almak kazanmak ne kadar fıtri, zevkli ise o maldan vermek te o kadar fıtri ve zevklidir. Bu gün bu cümle belki biraz garip gelebilir insanımıza. Çünkü kapitalizm, alma hırsı bu duyguyu biraz hırpalamıştır. Oysa insan fıtratına baksa ,diğer canlılara baksa, kainata baksa vermenin en az almak kadar fıtri ve zevkli olduğunu anlar.
Hayrettin Karaca bir programda demişti: Dünya da iki grup insan var:1.Karnı aç 2.Gözü aç. Mevlana şehrindeyiz. Sık sık gördüğümüz semazenlerin duruşu bize bu vazifemizi hatırlatıyor. Bir elinle yaratandan alacaksın, diğer elinle yaratılana vereceksin.
Vermek insanı mükemmel terbiye ediyor. Niye veriyorsun ? Çünkü sana o verdiğini veren öyle istiyor, seni tecrübe ediyor:” Ben sana veriyorum göreyim bakalım sen verebilecek misin” diyor. Ve bunu düşünmek, bu duygu ve düşünceyle verebilmek insanı olgunlaştırıyor. Sahip olduklarının kendine ait olmadığını belki onlara nezaret eden bir “ambar memuru” veya “mutemet” olduğu gerçeğini insan olan insana öğretiyor.
İşte önümüzde Ramazan ayı. Zekat ayı. Verme, paylaşma ,bölüşme ayı. Adeta vermek ,vererek kazanma zamanı. Kurbanın da anlamı budur. Kurbanın sözlük anlamı “yakınlaşmak” tır. Yani ver ki yakınlaşasın, feda et ki sevdiğine kavuşasın, fani den geç ki bakiye ulaşasın dır. Mutluluk budur, huzur buradadır, rahat dağıtmaktadır.
Aksi takdirde Muhammed Esed’ in “tekasür” suresini anlatırken söylediği gibi çoğaltmak, daha fazla çoğaltmak taa kabre kadar çoğaltmak. Bu hırsın insanlara “diş ağrısı” gibi hiç bitmeyen azalmayan, sürekli artan bir stres ve sıkıntı verdiğini Muhammed Esed söyler. Ve Berlin metrosunda insanların simalarında bunu bizzat görür.
Düşünün ! yiyorsunuz, yiyorsunuz ama hiç rahatlamıyorsunuz. O sıkıntıyı düşünebiliyor musunuz ? İşte verilemeyen mal, temizlenmeyen servet insanlara inanılmaz ızdırap sıkıntı stres veriyor. Ama insanlar bu sıkıntının stresin sebebini başka yerlerde arıyorlar.
Peygamberimiz “Dünya, yediğiniz içtiğiniz, giydiğiniz. Allah için yedirdiğiniz içirdiğiniz, giydirdiğinizdir. Bunun dışındakiler size ait değildir.” Der.
Tıklanma: 162