Yıl 1960, yer Dominik Cumhuriyeti. 1930’da ülke yönetimini ele geçiren Rafael Trujillo diktatörlük yönetimini sürdürüyordu.
Dominik Cumhuriyeti’nin Cibas bölgesinde dünyaya gelen ve Mirabal Kardeşler olarak tanınan üç kız kardeş Patria, Minerva ve Maria Teresa, eşleriyle birlikte Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele veriyordu. Patria 1960 yılının Haziran ayında Clandestine Hareketini kurdu ve diğer kız kardeşler de bu harekete katıldı. Sembol haline geldikleri diktatörlük karşıtı mücadelelerinin çeşitli zamanlarında ağır baskılara maruz kaldılar ve hapis cezalarına çarptırıldılar. 1960 yılının Kasım ayı başlarında Trujillo ülkede iki tehlikenin varlığından söz etti: Kilise ve Mirabal Kardeşler!
Tarih 25 Kasım 1960’dı. Üç kız kardeş tecavüz edilip öldürüldüler. “Araba kazasında” öldükleri duyuruldu. Mirabal kardeşlerin öldürülmesinden bir yıl sonra Trujillo karşıtı hareket, diktatörlüğün sona ermesini sağladı.
Mirabal kız kardeşlerin anısı, özgürlük ve insan hakları için verdikleri mücadele, dünyada ve Türkiye’de insan hakları savunucuları ve kadın hareketleri için bir sembol haline geldi.
1999 yılında Birleşmiş Milletler, 25 Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Mücadele Günü” olarak benimsenmesini karar altına aldı. Kadına yönelik şiddet, toplum içinde ya da özel hayatta cinsiyete dayalı olarak kadının fiziksel, cinsel ve psikolojik zarar görmesi ve/veya acı çekmesi ile sonuçlanan ya da bu tür sonuçlara yol açabilecek olan tehdit, baskı ve özgürlüğün keyfi olarak engellenmesini kapsamaktadır. Şiddet hareketleri ve tehditleri, ister ev içinde ister toplumda meydana gelsin, veya Devlet tarafından uygulanmış, yapılmış ya da göz yumulmuş olsun, kadınların hayatına korku ve güvensizliği sokar . Taciz dahil şiddet korkusu kadının hareketliliğine sürekli baskı yapar ve haklarına erişimini kısıtlar.
İslam Peygamberi ile başlayan bireyi (kadın-erkek) devletin üzerine çıkarma, devleti birey için yapma yaklaşımı sadece 30 yıl sürdü.4 halife yönetiminden sonra Muaviye b. Ebu Süfyan Bizans’tan aldığı saltanat sistemini yönetim sistemi olarak benimsedi. Hz. Hasan’a söz vermesine rağmen oğlu Yezid’i veliaht tayin ederek devlet yönetimini babadan oğula devam eden saltanat sistemine dönüştürdü.
Sıffin olayı ve sonrasında Muaviye b. Ebu Süfyan’ la başlayan, Yezid’le devam eden “ısırıcı” saltanat hayatın her alanını etkiledi. Siyaset, eğitim, ekonomi, ahlak, insan hakları, sanat v.b. tüm alanlara ısırıcı ve baskıcı bir saltanat ruhu hakim oldu. Bu anlayış saltanatı devam ettiren devletlerde de aynen sürdürüldü.
Bu gün İslam aleminde konuştuğumuz kadınlarla ilgili serdedilen görüşlerin önemli bir kısmı 1400 yıllık saltanatın bize hediye ettiği görüşlerdir. Bu görüşlerde gelenek, anane, teamül dinin çok önünde yer almıştır.
Ben toplumda ailenin, ailede de annenin lokomotif güç olduğuna inananlardanım. Bu anlamda kadın bir toplumda en belirleyici, en önemli faktör bana göre.
Tarihe geçmiş, insanlığa yön veren insanların annelerini araştırdığımızda bunu açıkça görürüz. Evet içinizden geçen itirazları duyuyor gibiyim. Ama tüm sizin örnek olarak vereceğiniz “baba” ları yetiştiren de “anne” lerdir.
Bizler millet olarak kadınlarımızı daima yanımızda bir “eş”, bir “hayat arkadaşı” , birbirimizi tamamlayan bir mükemmel “yoldaş” olarak gördük.
Kadınları eğitimde kalkınmada hesaba katmayan milletlerin yarısı olmayan bir bünye gibi olduğu muhakkak. Nüfusun % 50 sini istihdam etmeyen, ciddiye almayan bir toplum gelişemez, ilerleyemez.
Konumuza başlarken şu tespiti yapmak zorundayız. Çünkü toplumuzda kadınlarla ilgili kaynağını İslam’a dayandıran örf ve gelenekler çok fazla ve etkin: İslami emir ve yasaklar her alanda, İslam ile ilgisi olmayan kavmi adet olan ve eski tarihi töreden ibaret olan geleneksel davranış biçimleriyle karışmıştır. Hem dinin yerine eski gelenekleri savunan, hem de geleneklerle mücadele eden insanlar, aynı zamanda İslam’ın canlı değerleriyle de mücadele ediyor. İki taraf da, ne modern ileri aydın ve ne de gelenekçi, eski dindar aydın, hiç biri gelenekten gelenle İslam’ın getirdiklerini tam anlamıyla birbirinden ayıramıyor.
Niçin bu ikisini birbirinden ayırmak gerektiğini söylüyorum? Çünkü biz Müslümanız ve şu ilkeye inanıyoruz, inanmak zorundayız: İslam’da hak ve yasalar fıtrattan kaynaklanan ve fıtrata, yaradılışa uygun yasalardır. Dolayısıyla yaratılışa dayanan yasalar da fıtratın canlılığının bir gereği olarak asla eskimez, değişmez. Fakat sosyal gelenekler, kurallar, üretim ve tüketim sisteminden, sosyal sistemin yeni kültürel düzeninden doğmuşlardır. Bu sistem bir zaman gelir, değişir, dönüşüme uğrar, eskir, menfi olur veya ilerleme ve gelişmeye engel olur, olabilir.
Dini değerler gerçekten fıtri olduğu için diridirler. İslam diridir dediğimiz zaman, hem fikir ve inançları, hem yasaları ve sosyal ilkeleri, hem yönü ve hem de gösterilen ve ortaya konan örnek insanlar bakımından diri olduğunu söylemek istiyoruz. Bu açıklamalar neticesinde kısaca şunu belirtmek istiyoruz. İslamiyet’in kadınlar için getirdiği yenilikler, haklar, zamanla gelenekle gölgelenmiştir, değiştirilmiştir, geri alınmıştır. Bu anlamda İslam’ın temel referansları olan Kuran ve Sünnet temel alınarak bir “ayıklama” yapılarak konuya İslam’ın gerçek bakışı ortaya konulmalıdır.
İslamiyet’le kadın özellikle “anne” olarak toplumda çok müstesna bir makam kazandı. Benim kastettiğim Peygamberimizin uygulamaları ile vücut bulan Kuran Ve Sünnet te kadının konumudur. Yukarıda da bir nebze bahsettiğim, anane ve gelenek görüntüsü altında İslamiyet’le asla örtüşmeyen bu gün toplumumuzda ki bir kısım uygulamalar gözden geçirilmesi, ayıklanması gereken yanlışlıklarımızdır.
Türkiye’nin en büyük Huzurevinde 2 yıl yöneticilik yaptım. Aynel yakin şu gerçeği gördüm: Özellikle ilerleyen yaşlarda bir erkeğin kadına ihtiyacı, bir kadının erkeğe ihtiyacından en az 100 kat daha fazla. Onun için “erkek” dostlarıma çağrıda bulunuyorum. Eşini kaybeden bir yaşlı amcamızı dinleyin: O size “Aman eşinizin kıymetini bilin. Onun gerçek kıymetini kaybedince anlayacaksınız” diye nasihat edeceklerdir. Onları dinleyin ve “akıllı insan “ olarak başkasının başına gelenden ibret alın.
“Yuvayı dişi kuş yapar”, “Bir erkeği eğitirsek bir kişiyi, bir kadını eğittiğimizde aileyi eğitiriz” kaidesiyle kadınlarımızın eğitimi çok çok önemli. Burada örgün eğitimin yanında , yaygın eğitimin de çok önemli olduğu aşikar.
Milli Eğitim de Halk eğitim görevlileri, Sağlıkta Açsap’lar ve ebeler, belediyelerimizin meslek edindirme kursları, Shçek te Aile danışma merkezleri kadınlarımızın eğitimi adına çok güzel işler yapıyorlar. Bu kuruluşlarımız “eğitim adına ulaşmadığımız kadın kalmayacak” hedefiyle koordinasyon halinde büyük bir proje başlatabilirler.
1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ülkemizde kadın haklarının geliştirilmesi yönündeki çalışmalar özellikle hız kazanmıştır.
Çeşitli uluslararası sözleşme ve kararlar ile Avrupa Birliği’ne uyum kriterleri ülkemizde kadın hakları alanında yapılan çalışmalara yön ve hız vermiştir.
Kadınlarımızın ulusal ölçekte, hayatın her alanına eksiksiz katılabilmesi için gerekli bütün yasal düzenlemeler yapılmıştır.
Nitekim son olarak Medeni Kanun’da ve Anayasa’da yapılan değişiklikler, kadın-erkek eşitliğinin güçlendirilmesi, özellikle kadınların toplumsal hayatta karşılaştığı sorunların giderilmesi doğrultusunda ülkemizde atılan adımların en somut örnekleridir.
Neticede bugün, siyasi haklar bakımından Türk kadınlarının önünde hukuki bir engel kalmamıştır.
Bürokraside, akademik hayatta, uzmanlık gerektiren mesleklerde kadınlarımızın oranı pek çok Batı ülkesiyle kıyaslanabilir seviyededir.
Türk kadınları keza uluslararası kuruluşlarda da üst düzey görevler üstlenmişlerdir.
Kadınlarımızın, bugün hâlâ günlük hayatlarında toplumsal yapıdan, geleneklerden kaynaklanan sorunlar yaşadığını biliyoruz.
Bu sorunların çözümü için yasal düzenlemeleri aşan bir şuuru, bir duyarlılığı hayata hakim kılmalıyız.
Sözün burasında altını çizerek söylüyorum; toplumların olduğu gibi, devletlerin de kadına karşı ayrımcılığı töre haline getirmesi kabul edilemez.
Şu gerçeği her zaman ifade ediyoruz, burada bir kez daha dile getirelim ki, kadına karşı cinsiyet ayrımcılığı en az ırkçılık kadar tehlikeli ve yanlıştır.
Hiçbir töre, hiçbir gelenek, hiçbir anlayış insanın insana karşı şiddet kullanmasının mazereti, gerekçesi olamaz.
Bu şuurun gelişmesinde parlamenterlere, siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine, basına, akademik kuruluşlara, toplumun kanaat önderlerine büyük görevler düşmektedir.
Çünkü kadınlarımızın, hayatın her alanında olduğu gibi siyasette de daha fazla temsil edilebilmelerinin sağlanması, demokrasimizi daha da güçlendirecektir. Nüfus oranlarının cinsiyet açısından da aynı oranla Milli iradeye Yüce Meclise yansımalıdır. Bu yansıma kadınlarımızın sorunlarının çözüm sürecini hızlandıracaktır.
“Kadınlarımıza dair” çok şey söylenebilir, çok şey yazılabilir ve yazılmalı söylenmelidir. Ama en güzel, en harika en önemli tespit yine alemlerin efendisinden, sözün sultanından gelmiştir. Toplumumuza “cennet” i ve cennetin “nerede” olduğunu hatırlatmak bu konuda “söz” ün bittiği yerdir.
Evet. Cennet (anahtarı) annelerin ayağının altındadır.