Sanayi toplumu ve modernizmin sonucu olarak kadınlarımızın bir çoğu çalışıyor. Çalışan kadınların bir çok sorunu var. Ama çalışan annelerin sorunları sosyal devlet tarafından önemsenmesi ve “acil” koduyla tespit edilerek çözülmesi gereken sorunlar.
Çalışan anne , çocuğu dünyaya getirdikten sonra en az 2 yıl çocuğuyla sürekli birlikte olmalı , 4 yıla kadar da çocuğundan her gün 3 saatten fazla ayrı kalmamalı. Çocukta duygusal gelişimde anne yakınlığı , zeka gelişimin de baba yakınlığının önemi çok büyük. Sevgi , güven çocuğun gelişmesinde oksijenden , gıdadan daha önemli.
Anne ile bebeğin arasındaki ilişkinin niteliği kadar, sürekliliği de çok önemlidir. İlk bir yıl içerisinde annenin uzun süreli ayrılığı, çocuğu ruhsal yönden etkilemektedir. İlk üç yaşta çocuk, annesinin ayrılığına birkaç hafta dayanabilir. Bebeklik çağında bu ayrılığın bir haftayı geçmemesi gerekir. Dört, beş yaş çocukları tanıdık bir kimse yanında anne ayrılığına bir-iki ay süreyle katlanabilirler.
Ancak anne ile ilişkinin niteliğine, annenin yerine geçecek olan kişiye bağlı olarak çocuğun tepkisi çok farklı olabilir. Yedi-sekiz yaşlarından sonra, çok sarsıcı, etkileyici bir olay olmadıkça bir yıl ayrı kalabilmektedir.14-15 yaşlarından sonra kalıcı iz bırakmaz.
Anne ayrılığına çocuk ağlamayla tepki gösterir. Hırçınlaşır, huysuzlanır. Çocuklarından bir süre ayrı kalan anne, babalar dönüşlerinde, kendilerine yabancı gibi davrandığını, tepkisiz kaldığını görürler. Çocuk sanki onları unutmuş gibi davranır. Bir süre sonra ise, onlara sokulur. Sanki tekrar anne, babası gidecekmiş gibi korkar. Hiç yanlarından ayrılmak istemez. Geceleri bile beraber yatmak ister. Anne-babasına düşkünlüğü iyice artar.
Annelik , tümüyle içgüdüsel bir yetenek değil, büyük ölçüde sonradan kazanıldığı kanıtlanmış bir duygu ve davranıştır. İlk yaşlarda, özellikle oral dönemde (bebeklik döneminde) çocuğun en büyük gereksinimi sevgi , ilgi ve ihtiyaçlarının zamanında, yeter ölçüde giderilmesidir.
Devamlı, dengeli ve kararlı bir sevgi, çocuğun sağlıklı büyümesi, sağlam bir kişilik geliştirmesi, çevreye uyumu açısından çok gereklidir. Bir başka gereksinim olan güven duyma, dengeli bir sevgi ortamında doğar. Güven duygusu sağlıklı olarak gelişen kişi, hem kendine güvenir, hem de dış dünyaya, insanlara güvenir. Böylelikle bağımsız olmayı, kendi başına kararlar almayı, karşılaştığı güçlüklerin üstesinden gelmeyi öğrenir. Sevgi; kısacası ilgi, sevecenlik, sıcaklık annede olması gereken özelliklerdir.
Sevgisiz anneler çocuk için birinci plânda şanssızlıktır. Yine şöyle bir söz vardır: “Her anne babanın çocuğu vardır, ancak pek çok çocuğun anne ve babası yoktur”. Ne kadar anlamlı değil mi ?
Oral dönem insan yaşamının ilk yılını kapsar. Bu evrede “id”in hakimiyeti vardır. Uzmanlar bebeğin gelişmesinde oral aşamanın , rolünün bilinenden büyük olduğunu iddia etmektedirler.
Doğumdan kısa bir süre sonra, çeşitli nedenlerle anneden ayrılıp yuvalara yerleştirilen bebeklerde çeşitli gelişim bozuklukları ortaya çıkmaktadır. Boyları ve ağırlıkları yaşıtlarına göre geri kalır. Sık hastalanırlar. Hastalıkları ağır geçer, ölüm oranı yüksektir. Çevreye ilgisiz olmakta, ilgi ve uyarmaya geç tepki vermektedirler. Baş sallama, baş vurma, yerinde sallanma vardır. Çevreye boş bakışlarla bakarlar. Geç yürür, geç konuşurlar. Tuvalet eğitimleri de geç kalır.
Doğumdan kısa bir süre sonra anneden ayrılıp yuvalara yerleştirilen bebeklerde görülen bedensel ve zihinsel gelişme geriliği ile sık hastalık ve yüksek bebek ölüm oranı gibi sorunların tümüne, Yuva Hastalığı veya Kurum Hastalığı (hospitalizm) adı verilir. Yatılı yuvalardaki ilgi, uyarma ve sevgi yetersizliği buna yol açmaktadır. Kısacası, anne yoksunluğudur. Çünkü bebeğin en önemli ihtiyaçları olan ilgilenme, kucağa alma, sevme, okşama, konuşup gülme yeterince sağlanamamakta, sonuç olarak da olumsuz etkilenmektedir.
Bir çok nevrotik problemin ve kişilik yapısının bu erken çocukluk döneminde ortaya çıktığını iddia etmektedirler. Haz alımının yolunda gitmesi ya da gitmemesi her dönemde saplanmaya yol açar ve bu da kişiliğinde derin izler bırakır. Bireyin haz kaynağı ağızdır.
modern tıp, kadının hamile kalmasından hemen sonra içinde yaşadığı sosyal çevreden aldığı etkileri karnındaki bebeğine gayri ihtiyari olarak aynen ilettiğini ortaya çıkarmıştır. Bu itibarla bebek, anne rahminde iken annenin vaktinde yemek yemesi, uyuması ve dinlenmesi gibi bütün fiili hareketlerinden, hâl ve tavrından olumlu veya olumsuz olarak etkilenmektedir. Bir başka ifadeyle, bebeğin aldığı ilk terbiye gebelik dönemi ile başlamaktadır. Dolayısıyla bu dönemde anne adayının haleti ruhiyesi çok önemli olduğu için, her türlü stres oluşturabilecek ortamdan uzak kalması ve maneviyatını yüksek tutması gerekmektedir. Anne ne kadar huzurlu ise, bebek de o nispette sağlıklı olacaktır.
Bebeğin dünyaya teşrif etmesinden sonraki ikinci terbiye dönemi ise, içinde bulunduğu aile yuvasında devam etmektedir. Çocuğun ilk terbiye ve eğitim mesuliyetinin ebeveynine ait olduğu herkesçe malumdur. Özellikle, bebeğin hayata gözlerini açtığı andan itibaren anneye büyük görevler düşmektedir. Çocuk pedagoglarına göre, bebeğin büyütülmesi, yetiştirilmesi, geliştirilmesi, eğitilmesi, kısacası sosyal vecibeleri yerine getirmesi bakımından ilk yıllarda anneye daha fazla görevler düşmektedir. Annenin bu emaneti yüklenmeye hazır bir vaziyette olması da gönül dünyasında taşıdığı ve Allah’ın kendisine bahşettiği fıtratın bir yansıması olarak çocuk sevgisine bağlanmaktadır. Bu açıdan meseleye bakıldığında, şefkat ve merhamet gibi ulvi duyguların en bariz örneğini hakikaten anne-bebek münasebetinde görmek mümkündür.
Bebekler, geçici bir süre bile olsa bakıma muhtaç en aciz insan yavrularıdır. İlk yıllarda tamamen güçsüz ve çaresiz olmaları sebebiyle bakılıp beslenmeye, ilgi ve sevgiye muhtaçtır. Bebeğin fizikî gelişimi için anne sütü ne kadar önemli ise ruhî ve hissî gelişimi için de anne sevgisi bir o kadar önemlidir. Çünkü annenin bebeğine daha doğumunun ilk gününden başlayarak vereceği sevgi, bebeğin huzurlu ve güvenli büyümesini sağlayacaktır.
Nüro-Biyoloji dalında elde edilen bilgilerin ışığında bu konuya yaklaşırsak, kadınlarda görülen bu güçlü sevgi duygusunu, yumuşaklığı, sevecenliği kısacası annelik insiyakını (içgüdüsünü) “OXYTOCİN” (Oksitosin) denilen destekleyici bir hormona bağlamamız gerekmektedir. Davranış bilimcilerine göre, kadının beyninde oluşan bu etkileyici hormon, anne sütü sağladığı gibi annenin, doğumdan önceki hâl ve hareketlerini de olumlu yönde değiştirmektedir.
Stockholm Karolinska-Enstitüsünde anne olan ev hanımları ile ilgili ilginç bir çalışma yapılmıştır. Buna göre emziren anneler üzerinde yapılan bu araştırmada annelerin bebeklerini emzirirken anne sütünde ve kanındaki hormon seviyesinin yükseldiği tespit edilmiştir. Bu durumun karşısında annelerin davranış profilleri olumlu yönde değişmektedir. Emziren anneler, daha sonraki hayatlarında daha az korkmakta ve hemen hemen hiç gergin olmamakta, sosyal yönden daha aktif bir tutum sergileyebilme becerisi gösterebilmektedir. Hele hele strese karşı daha güçlü ve dayanıklı oldukları da ortaya çıkmıştır.
Nitekim Federal Almanya’da bin kişi üzerinde yapılan bir ankete göre, kadınların % 88’i ve erkeklerin de % 83’ü annenin çocuğuna beslediği sevginin insanların gösterebilecekleri sevgilerden tamamen farklı ve şartsız olduğuna inanmaktadır. Bu sevginin fıtrî olduğunu düşünen erkeklerin oranı % 50 iken kadınların oranı ise % 43’tür. Bunun yanında erkelerin % 46’sı ve kadınların % 52’si anne sevgisinin daha fazla doğumdan sonra oluşan bir duygu olduğuna inanmaktadırlar.
Bütün bu incelemeler neticesinde şunu tespit edebiliriz: Annelerde, bilhassa doğumdan sonra farklı bir boyutta ortaya çıkan çocuk sevgisi fıtrata bağlanabilir. Bunun yanında, doğumun ve emzirmenin getirdiği nüro-endokrinolojik tesirlerin etkisiyle çocuk sevgisi, annede hem fizyolojik, hem de biyolojik olarak daha da gelişmektedir. Dolayısıyla, belirgin bir çocuk sevgisiyle anne, çocuğuna çok daha rahat bir şekilde bakabilmektedir. Herkesin fıtratı tam ayniyet arz etmese de, her normal anne, bilhassa doğumdan sonra gayri-şuurî olarak bu fıtrata uygun tarzda bir davranış biçimi göstermektedir.
Çocuklarda ve gençlerde görülen olumsuz sosyal davranış biçimlerinin asıl sebepleri araştırılırken, derin psikoloji yöntemleriyle çocukların bebeklik dönemlerine kadar gidilmektedir. Çocukların bebeklik dönemleri incelenirken, ister istemez ebeveynin ve daha ziyade annenin bebeği ile arasındaki bağ ele alınmaktadır. Araştırmalar, anne terbiyesi ve eğitimini kesintisiz olarak alamayan bebekler ruhen sağlıklı yetiştirilemedikleri için, er veya nispeten daha saldırgan, tecavüzkâr, sataşkan kısacası anti-sosyal davranışlarda bulunduklarını göstermektedir.
Eğer, çocuktaki düşmanlık, hırs, hissî fukaralık, egoizm, kötüye temayül gibi menfi hasletler sosyal çevrenin etkisinden değilse bile genellikle aile terbiyesi ve anne şefkatinin yeterli olmamasından kaynaklanmaktadır. Genelde ilgi, sevgi ve merhametten uzak bir ortamda yetişen çocukların beyinlerinde gayri-ihtiyari olarak daimî izler kalmaktadır. Şuuraltında oluşan ve gelişen bu izler, çocukları sürekli tâkip etmekte ve onları acı geçmişin tesiri altında bırakmaktadır.
Bilhassa iş hayatından kaynaklanan sinirli, stresli ve huzursuz anneler, doğumdan sonra bebeklerine yeterince sıcak bir atmosfer sağlayamadıkları için, bebeğin ruhî dengesini de bozmaktadır. Çocuğun böyle durumlarda daha korkak ve şüpheci olduğu ortaya çıkmaktadır. Annenin, isteyerek veya istemeyerek yaptığı bu tarz muamele karşısında çocuklarda güvensizlik duygusu hâkim olmakta ve dolayısıyla bu da şahsiyetlerinin oluşmasını ve gelişmesini olumsuz olarak etkilemektedir. Geçmişte, çocuklarda görülen kriminolojik vakıalar, ruhî dengesizlikler, karakter bozuklukları gibi bütün olumsuz hadiseler, sadece genetik yapıya bağlanmaktaydı. Ancak; bugün, çocukların/gençlerin işlediği suçlar ve kendilerinde ortaya çıkan ruhî ve sosyal hastalıklar (cinsî sapıklık, eşcinsellik, saldırganlık vs.) daha fazla aldıkları aile terbiyesi ve eğitimine bağlanmaktadır.
Çalışmak durumunda olan hamile kadınların yolda, işte ve evinde çekecekleri zahmet ve stresin karınlarındaki bebeğin ruhuna aksetmemesi mümkün değildir. Doğumdan hemen sonra da iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalan bir anne, bebeği ile 24 saat ilgilenemeyeceği gibi bebeğine düzenli olarak anne sütünü de veremeyeceğinden hem kendisi, hem de bebeği bundan olumsuz olarak etkilenecektir.
Çalışan annenin bebeğini başkalarına emanet etmesi de problemi daha da artırmaktadır. Annesinden kısmen de olsa ayrı kalan çocuklarda aşırı sevgi ihtiyacının yanında intikam duygusu da oluşmaktadır. Neticede, bu çocuklarda çöküntü ve depresyon alametleri görülmektedir. Annesinden tamamen uzak kalan çocukların birçoğunun ise karakteri zedelenmekte ve bazıları içine kapalı bir davranış biçimi sergiledikleri için, sosyal münasebet kurmakta aciz ve zayıf kalmaktadır.
Problemli çocukların büyük bir ekseriyetinin çalışan annelerin içinden çıkması tesadüfe bağlanamaz. Bunun içindir ki, çocuk psikologları çocuğun ruh sağlığı için, annenin sürekli ve kesintisiz bir şekilde doğumdan başlayarak, en az 2-3 yıl boyunca bebeğinin bakımını üstlenmesini tavsiye etmektedir. Her sağlıklı bebek doğumdan takriben 5 ay sonra annesini tanımaya başladığı için bilhassa bu dönemden sonra bebeğe yeterince zaman ayrılması gerekmektedir. Çocuk bilimcileri bunu söylüyor
Bu nedenle bebekler her şeyi ağızlarına alarak tanımaya çalışırlar. Yeterli doyuma ulaşmayıp oral evrede saplanan (oral fiksasyon) kişilerin gelecek yaşamında sürekli ağzın işler halde, bir şeyle meşgul olmasına ihtiyaç duyma , oburluk , alkol , sigara tiryakiliği , kürdan çiğneme , cinsel sapıklıklar tarzında anormallikler görülebilir. Bu dönemde meydana gelen sapmalar, saplantılar ve fiksasyonlar, bir çok patolojik bireyi doğurmaktadır. Annesinden yeterince meme alamamış bir bebek (hem maddi ve hem de manevi manada) ileride yetişkin insan olduğunda halâ ağız bölgesini aşırı tatmin etme arayışındadır (aynı zamanda merkezi sinir sistemindeki doyum merkezlerini de…) Buna bağlı olarak ta oral kavitenin hassasiyetleri ortaya çıkmaktadır.
Bir çok alışkanlık oral karakter eğilimlerinin yansımasına bağlıdır. Fazla yemek yemek , sigara içmek, alkol almak bunlara bağlıdır. Oral fiksasyon bazı homoseksüel fantazilerin gelişmesine ve bazı depressif formların ortaya çıkmasına da neden olabilir. Oral fiksasyon, sürekli başkalarını “iğneleyici” kişilik “oral sadist” kişilik olarak ta kendini gösterebilir.
Yukarıda zikredilen sakıncalar kısaca bir hatırlatma. Bu sebeple çalışan annelerin çalışma ortamları ve saatleri ayrıca dizayn edilmeli. Sosyal devlet olmanın kaçınılmaz bir gerekliliği olarak düşünülmeli bu. Sağlıklı bir nesil isteyen her devlet ve millet çalışan anneler konusunda ince ,derinlikli , bilimsel çalışmalar yapmalı, adımlar atmalı ve ekonomiyi 2. planda değerlendirmelidir.
Bu gibi amaçlarla Valilikler bünyesinde oluşturulan “Kadına yönelik şiddeti önleme komitesi” yaptığı çalışmalarla ; çalışan annelerin çocuğundan ayrı tutulmasını hem çocuğa hem de anneye bir şiddet olarak kabul ederek anne çalıştıran kurumların kreş açmasını ve çalışma saatlerini uyarlamasını tavsiye ediyor, izleme yapıyor, raporlar oluşturuyor.
Komisyon üyesi olarak bu konuda Beyhekim Devlet Hastanesi kreşini örnek göstermek istiyorum. Cüzi bir ücretle 8 saat çocuklara eğitim, öğretim ve rehabilitasyon sağlayan mükemmel bir kreş var hastane bünyesinde. Anneler çocuklarını mesaiyle beraber bırakıyorlar. Gün içerisinde görüşebiliyorlar. İş çıkışı birlikte evlerine dönüyorlar.
Beyhekim Devlet Hastanesi kreşini gezmelerini ya da bilgi almalarını tüm ilgililere tavsiye ediyor , ” çalışan annelerin 0-5 yaş çocuklarından ayrı kalmaması konusunda bir kampanya başlatalım “ çağrısında bulunuyorum. Böyle güzel bir iş yaptıkları içinde Başhekim Opr. Dr. Gökhan DARILMAZ, Başhekim Yard. Dr. M. Zeki AYYILDIZ, Hastane Müdürü Arif KIYAK ve Hastane Müdür Yardımcısı Nazım CUR beylere teşekkür ediyor , takdirlerimi sunuyorum.
Çocuk çok önemli. Çocuk gelecek demek istikbal demek. Çocuk için en önemli zaman kişiliğin oluştuğu dönem yani 0-7 yaş dostlar. Gelin el birliğiyle bu dönemin kalitesini artırmaya çalışalım. Çünkü bu dönemin kalitesinin artması toplumun kalitesinin artması hatta milletin , devletin , her şeyin kalitesinin artması demek.