BİR ben VARDIR ben de , ben DEN İÇERİ’ (nefis-ego-ene-benlik üzerine)

‘Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir veçhi ene’dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Sözleriyle başlar Bedizüzzamn Said Nursi, Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân-ı Hakîmin mühim bir tılsımını halleden 30. söze ve bu risaleyi ‘ene ve zerre’den ibaret bir elif, bir noktadır’ şekliyle tarif eder. Elifsiz noktaların anlamı ve kıymeti yoktur.

Kâinatın anahtarının saklı olduğu ‘ene’ meselesi asırlarca insanoğlunun kafa yorduğu en önemli konulardandır. Ve bu mesele anlaşıldığında başta ‘necisin-nereden geliyorsun-nereye gidiyorsun’ sorularının cevabı olmak üzere tüm kainatla ilgili sorular cevabını bulacak, tüm müşkül konular çözülmüş olacaktır. Zerrelerin (noktalar) harekâtından ibaret olan tüm yaratılış hakiki mana ve anlamına ene (elif) sayesinde kavuşacaktır.

Enenin iki yönü var.

1.Malik olma, sahip olma, cüz’i bir cüz’i ihtiyari: Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve his olunmaz. Öyleyse, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir.

Demek ene, ayna-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var: Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icattan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.

Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizanülhararet ve mizanülhava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki, Vâcibü’l-Vücudun mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.

2.Acziyet ve zaafiyet : Nasıl ki malikiyet tarafı bir kıyas vesilesi olarak kula rabbini tanımasına konusunda yardımcı olur , acziyet ve zaafiyet yönüyle de tam tersinde rabbini tanımasına yol açar. Açlıkla nimetin kıymetini anlayan insan acz ve zaafıyla rabbinin gücünü kavrar.’ Eşya zıddıyla bilinir’ kaidesi geçerlidir.

Bu konuda dikkat etmemiz gereken en önemli husus şudur. İmtihanın gereği olarak insana verilen ‘ene’ yi bir ‘elif’ harfi olarak düşünürsek; elifte ki ‘malikiyet ve sahip olma yönü’ ‘acziyet ve zaafiyet’ yönüyle dengelenmezse ortaya firavunlar, şeddatlar, nemrutlar ortaya çıkmaktadır.

Belki bu derin konuyla alakalı bu gün dikkat çekmek istediğim en önemli konu şudur. Kamil mümin elif olarak ele aldığımız enenin iki yönünü dengeli olarak işlediğinde ortaya çıkıyor. Malikiyet ve acziyet yönü hayatın her alanında uygulanması gereken ölçüler içermektedir.

Sadece malikiyet tarafını işleyip, acziyet tarafını ihmal eden Müslüman eneye-nefse esir olmakta ve zulümlere imza atmaktadır.Tam tersi acziyet tarafını işleyip , malikiyet tarafını işlendiğinde ‘pısırık , zayıf , silik’ Müslüman ortaya çıkmaktadır.

İnsanda yaratıcı yukarıdan aşağıya sıralı olarak akıl-kalp-mide-cinsellik duyularını sıralamıştır. Ene-nefis somut olarak bu duyular vasıtasıyla kendini gösterir. Aklın nuru fünunu medenidir. Kalbin ziyası ulumu diniyedir. Bu ikisinin birleşmesinde HAKİKAT ortaya çıkar. Ayrıldığında birinden İNKAR , diğerinden TAASSUP ortaya çıkar. Aklı nurlanmış , vicdanı ziya içinde bir insan, insanı kamil olarak mide ve cinselliğini de iffet-hikmet-şecaat çizgisinde  sürdürecektir.

Akıl ve kalbin kontrolünde malikiyet ve acziyet dengesinde bir elif (ene-nefis) ‘zerre’ tabiriyle ifade ettiğimiz kâinattaki diğer tüm faaliyetleri anlamlı kılacaktır. Adeta zerreler ‘0’ iken ene ‘elif’ olarak onları anlamlandıracaktır.

Kamil insan olmak isteyen her mümin hakikati dışarıda değil içinde arayacaktır. Eğer rabbinin tüm yaratılmışlardan farklı olarak ve kendisini ‘halife-ahsen-i takvim-eşrefi mahlukat’ mertebesine çıkaran ‘ene-nefis-benlik-ego’ meselesine kafa yormalı ve onu çözdüğünde kainatı çözdüğünü, rabbini gerçek anlamda tanıyacağını unutmamalıdır.

Bu meseleyi çözmek insan için ‘bing-bang- büyük patlama’dır. Peygamber Hz. Cebrail’le, Mevlana Şems’le, Bediüzzaman Abdulkadir Geylani refikliğinde bu büyük patlamayı yaşamış ve eserlerinde yazmışlardır.(https://www.cemilpasli.com/buyuk-patlama-bing-bang-nerede-nasil-ne-zaman/ )

Konu derin, yer dar. Ama gerçek ilim peşinde koşan ve kâinatı anlamlı kılmak, rabbini bilmek isteyen tüm okuyucularıma bu konu da kafa yormalarını tavsiye ediyorum. Çünkü derviş Yunus’un diliyle : ’İlim ilim bilmektir. İlim kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır.’

Yorum Ekle