Hatunu dun (aşağı) olan millet zebun (güçsüz, zayıf, aciz) olur.

Kadınlar konusunda bu köşede çok yazı yazdım. Üzücü olaylar yaşanmaya devam ediyor. İnsanımız üzerinde en etkili otorite olarak dinin emirlerinin olduğu gerçeğini Prof. Dr.  Şerif Mardin ifade etti. Böyle olunca konu dinin bu konudaki gerçek yaklaşımını biliyor ve yaşıyor muyuz sorusu anlam kazanıyor.

Kadını, toplumsal konum itibarıyla “ikinci sınıf mevkii”ye oturtan mekanizmalara bakıldığında siyasi rejimlerden kültürlere, aile sistemlerinden din ve dini idrak tarzlarına kadar pek çok unsurla karşılaşılmaktadır. Bunlardan din faktörü, diğer unsurlarla ilişkisi bağlamında önemli bir yere sahiptir. Kutsal metinleri anlamlandırmaya çalışan insanoğlu, bu süreçte, dine kültürel bir boyut da katmaktadır.

Din, sadece öbür dünyaya yönelik bir inanç sistemi değil; aynı zamanda hükümleri ile ferdin davranışlarını yönlendiren, sınırlandıran ve bu anlamda toplumsal fonksiyonları da olan kurallar bütünüdür. Diğer bir ifadeyle din, mensubu olduğu bireylere yapıp etmelerinde meşru ve gayri meşru alanlar belirler. Dinlerin mensuplarına sunduğu söz konusu tutum, dünya görüşü ve hayat anlayışı dini kaynaklarda yer alır.

İslam dininin kaynaklarından biri olan sünnet, peygamberin söz ve davranışları olarak bu dinin mensuplarının davranışlarına rehberlik etmektedir. Bugün de bu dinin mensupları, peygamberi “yaşayan bir Kur’an” olarak addetmektedir. Bu noktada, “sahabe” adı verilen ve peygamberi gören, onunla sohbet eden kimselerin aktardıkları bilgiler ile “tabiin” adı verilen ve sahabeyi gören, onlarla sohbet eden kimselerin aktardıkları bilgiler hadis olarak dini kaynaklara geçmiş ve kendilerinden belirlemede büyük rol oynamıştır ve bu rolü oynamaya devam edecektir.

İslamiyet’ten önceki Arap toplumu katı ataerkil kurallara dayalı, sosyolojik olarak aşireti karşılayan bir sosyal gelişim evresine denk geliyordu. Ve peygamberin ilk (aslî) düşüncesi de, bütün sosyal bağlılıkları bu aşiret yapısına çeken cahiliye toplumunun dönüşümünü sağlamaktı. Çünkü bu aile birliğinin ataerkil yapılanması içinde kadın oldukça değersiz görülüyor, hatta ayak bağı olmasın diye öldürülüyordu. Bu gerçeği ifade eden Hz. Ömer’in şu sözleri oldukça düşündürücüdür: “Allah’a yemin olsun ki, biz, cahiliye dönemin-de kadınlara hiç değer vermezdik. Yüce Allah onlar hakkında indireceğini indirince ve haklarını teslim edince, onların da haklarının bulunduğunu gördük (Buhari, Libas, 31). Yine bilinmektedir ki, kız çocuğu dünyaya gelen baba, bundan utanç duyarak çocuğunu diri diri toprağa gömmek suretiyle ondan kurtulmaya çalışıyordu. Allah bu insanları işaret ederek şöyle diyordu: “Onlar, kızların Allah’a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. Beğendikleri de (erkek çocuklar) kendilerinin oluyor. Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” (Nahl: 57-59)

Elbette ki, cahiliye devri Arap toplumunda kız çocukları, daha genel anlamda, kadınlar için bahsedilen durum sadece bu toplumla sınırlı değildir. Meselâ, Yahudiler kadını lânetli kabul eder ve hayızlandığı zaman onunla beraber oturmaz, yemek dahi yemezlerdi (Dikmen, 1999: 19). Roma ’ da kadının et yememesi, gülmemesi, hatta konuşmaması gerekmektedir. Eski Yunan’da kadınlar evlerine kilitlenir ve umum arasında görülmesine izin verilmezdi. Eski Hind’de ise, kadının ölen kocasının naşı üzerinde kendini ateşle yakmak suretiyle hayatını feda etmesi büyük bir erdem olarak karşılanırdı. İngiltere’de 1788 yılına kadar kadın, erkeğin sofrasına oturma hakkına sahip olmadığı gibi, kendine sorulmadan söze başlayamazdı. Keza, Fransa’da “kadın insan mıdır?” tartışmaları “insan-dır; fakat, yalnız erkeğin hizmeti için yaratılmıştır.” kararıyla sonuçlanmıştır (Sercan, 1986: 9-21). Orta-çağ Avrupa’sın da bir kadının dışarıya çıkması sadece üç defa uygun görülürdü: vaftiz edildiği, evlendiği ve öldüğü zaman. Kadın, kedi ve baca evi hiç terk etmemeliydi (Gılman, 1986: 36).

Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak burada asıl mesele tabiî ki bu değildir. Asıl mesele, pek çok toplumda olduğu gibi, cahiliye devri Arap toplumunda da görülen kadın karşıtı uygulamaların, son dinin bu uygulamaları bitirmeye yönelik bir ıslahat programı sunmuş olmasına ve asrı saadette başarılı da olmasına rağmen , olumsuzlukların niçin günümüze kadar devam ettiğidir. Daha da ötesi, kadını hem aklen hem de dinen eksik gören, onu potansiyel günahkâr ve fitne çıkarıcı olarak kabul edip cehennemin çoğunluğunu oluşturduğu gibi pek çok düşünceyi içeren ataerkil geleneğin nasıl olup da, bu geleneği yıkma gayesi güden dinle kaynaşıp günümüze kadar varlığını sürdürebildiğidir.

Yukarıda da bahsedildiği gibi ataerkil geleneklerin kökleri çok eskilere dayanmaktadır. Bu sebeple İslam’ın getirdiği hükümler, bu gelenekleri bir çırpıda silmeye yetmemiştir. Nitekim Hz. Ömer’ in ve oğlunun şu sözü kayıtlara geçmiştir: “Biz Allah’ın elçisinin sağlığında, hakkımızda ayet iner diye korkardık da kadınlara kötü davranmazdık. Ne zaman ki, Allah’ın elçisi aramızdan ayrıldı, tekrar eski halimize döndük!” (Bilgin, 2001: 44). Cahiliye devri inanışlarına tekrar geri dönüleceği ihtimalini göz önünde bulundurmuş olacağındandır ki, peygamber veda hutbesinde “…Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz!” diyerek ashabı ikaz etmiş ve “…kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…” demiştir. Ne var ki, bazı ilâhiyatçılarımıza göre daha İslâmiyet’in ilk yıllarında (Kırbaşoğlu, 1999: 131), diğer bazılarına göre de sahabe ve büyük tabiilerin hicrî ikinci asırda vefat etmelerinden sonra bazı siyasi fırka ve cahil sofilerin etkisiyle uydurma hadis faaliyetleri artmıştır (Yücel, 1996: 39).

Dolayısıyla Kur’an’ın pedagojik bir yöntemle başlattığı ıslah hareketi, bazı alanlarda tam başarıyla uygulanırken, bazı alanlarda, özellikle kadınla ilgili cahilî önyargılar karşısında, önemli bir aşama kaydedemeden kesintiye uğratılmıştır (Şefkatli Tuksal, 2001: 203). İslâm cemaatinin kadınlara yönelik fobi derecesindeki tutumu bu kesintide önemli rol oynamıştır (Mernissi, 2003: 71). Neticede kadın, görünmez kılınmak istenmiş, toplumsal hayattan dışlamış, ataerkil aile düzeni içinde genellikle işgücünden yararlanılan bir tür seks ve çocuk üretme aracı olarak hayatını sürdürmeye mecbûr edilmiştir (İz-veren, 1980: 171).

Kadınların statüsünü cahiliye dönemine döndürmek isteyenler peygamberimizin ağzından yalanlar uydurmuş, bu yalanlara “hadis” diyerek onları, din kisvesine büründürmüşlerdir. Burada üzerinde durulması gereken konu, bu uydurma rivâyetler, hemen hemen bütün Müslüman toplumlarda yerleşmiş ve sökülüp atılması gerçekten çok zor olan bir duruma dönüşmüş*, kadınlarla ilgili birtakım ön yargılara uygun olması sebebiyle büyük bir tesir gücü elde edebilmiştir. Peygamberin devamlı gayret ve mücadelesiyle şuur altına itilen kadınlarla ilgili bu olumsuz peşin hükümler, O’nun vefatından sonra tekrar şuur üstüne çıkmıştır. Söz konusu rivâyetlerin uzun yıllar medreselerde ders kitabı olarak okutulan Zernûcî’nin Ta’limü’l-Müteallim’i, Muhammed bin Ebî Bekr’in Şir’atü’l-İslâm’ı, el-Hâkim Tirmizî’nin Nevâdiru’l-Usûl’ü, Keykâvus’un Kâbusnâme’si, Kâbisî’nin el-Risâletü’l-Mufassala’sı, Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlâk-ı Alâî’si gibi eserlerde yer alması (Canan, 1980: 357-359) durumun vahametini gösterdiği gibi, daha sonraları peygamberin veda hutbesinde “…size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve peygamberin sünnetidir.” sözüyle emanet ettiği sünnetinden nasıl sapıldığını gözler önüne sermektedir. (Bu konuyla ilgili geniş bilgi için ‘Kadınlarla ilgili uydurma hadislerin kadınların rol davranışları üzerinde etkili: Kütahya İmam Hatip Lisesi örneği-Huriye TEKİN ÖNÜR, Engin GÜNEŞ’ makalesine bakınız.)

Kadının statüsü konusu; -çok geniş tabanlı ve seferberlik şekliyle- eğitim , anayasa ve yasal düzenlemeler , uygulamanın (ödül ve cezalarla) ciddi takip ve denetimi , farkındalık ve bilinç düzeyinin yükseltilmesi gibi çalışmaları içermektedir. Ve bu çalışmaların acil koduyla yapılması gerekliliğini gazete haberleri zorunlu kılıyor.

Dünyanın ilk 10 ekonomisi içine gireceksek hemen yukarıdaki paragrafta sayılanlar bana göre mali konulardan çok daha önemlidir. Toplumsal kalkınmanın en itici unsuru sağlam bir kişilik üzerine bina edilmiş güzel ahlaka sahip bir bireydir. Bu bireyi ancak o özelliklere sahip bir anne yetiştirebilir.

Atalar ne güzel söylemişler ‘hatunu dun (aşağı) olan millet zebun (güçsüz ,zayıf,aciz) olur.’

Yorum Ekle