Hz Ömer zamanında İran’ın fethiyle Orta Asya’ya ayak basılmış oluyordu. Hz Osman devrinde Azerbeycan, Rey, Tataristan, Nişabur, Belh havzası gibi yerler alınmıştır. Fakat asıl Orta Asya’nın fethi Haccac’ın Horasan Valiliğine atadığı Kuteybe bin Müslim tarafından gerçekleştirilmiştir. Kuteybe M.704 yılından itibaren Buhara, Tumuskaş, Beykent, Semerkant ve 715’de Fergana fethedildi. Böylece Maveraünnehir tamamen, Orta Asya’nın tamamına yakın kısmı fethedildi. Bu sırada Muhammet bin Kasım’da Hindistan fethini tamamladı.18 Bu fetihler güçlü ordularla yapılan tamamen askeri fetihlerdi.
Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar çok geniş bir coğrafi alana yayılmış bulunan Türkler, İslamiyet’i benimsemeden önce büyük ölçüde Şamanizm ve kimi kültlerin etkisi altında bulunuyorlardı. Türkler’in savaşlar ve göçler yoluyla yer değiştirmeleri, bu yayılma ve göç yolları üzerindeki birçok farklı kültür ve inançlara sahip halklarla ilişki kurmalarına ve etkilenmelerine yol açmaktaydı. Konunun uzmanlarının verdikleri bilgilere dayanarak diyebiliriz ki, İslamiyet’in Türkler’in yaşadıkları bölgelere ulaşması öncesi, geniş bir coğrafi alana yayılmış bulunan Türk kitleleri, Şamanizm’in yanısıra, Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla da ilişki kurmuş ve etkilenmiş bulunmaktaydılar. Zamanın Türk devletlerinden, Hazarlar’ın Museviliği, Uygurlar’ın Maniheizm’i, Tabgaçlar’ın Budizm’i ve Oğurlar’ın Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmeleri bu ilişki ve etkilenmenin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Büyük ölçüde ekonomik sıkıntılar ve nüfus yoğunluğu sonucu gerçekleşen Türkler’in anayurtlarından göç etmeleri olgusu, esas olarak güneye ve batıya olmak üzere iki doğrultuda gerçekleşti. Batı’ya doğru gerçekleşen Türk göçleri İran’da hüküm süren Sasani imparatorluğu engeli ile karşılaştılar ve bir bölümü Hindistan’a doğru yönelirken, diğer bir bölümü ise İran’a yakın bölgelerde bulunmayı sürdürdüler. Türkler’in İslam dünyası ile ilişkiye geçebilmeleri ancak Sasani İmparatorluğu engelinin ortadan kalkmasıyla mümkün görünüyordu. Ancak Türkler, Sasani İmparatorluğu’nu yıpratmalarına karşın çökertememişlerdir. Bu, aşağıda görüleceği üzere Müslüman Arap ordularınca gerçekleştirilecektir.
Müslüman Arap orduları yeni dinin verdiği heyecanla ilerleyişlerini sürdürmekteydiler ve 634’te Yermuk Savaşı ile Bizans’ı Suriye’den çıkardılar. Ardından 635’te Kadisiye ve 641’de Nihavend Savaşları ile Sasani İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak, İran’ı fethettiler. Bu şekilde Sasani İmparatorluğu’nun yıkılması, Türkler’in İslam dini ile ilişki kurabilmesinin yolunu da açmış oluyordu ki, bu bakımdan önemli bir gelişmedir. Müslüman Arap ordularının Sasani engelini aşması sonrası başlayan Türk-Arap ilişkileri uzun süre karşılıklı mücadele içinde geçti. Emeviler dönemi’nde (661-750) Araplar, kısa zamanda Maveraünnehir’e hakim oldukları gibi, akınlarını Talas’a kadar ilerlettiler ki, bölgede hüküm süren Türk hakanlıklarının birbiriyle olan mücadeleleri de bu durumu kolaylaştırıyordu. Böylece Orta Asya hâkimiyeti için mücadele eden Türkler’in Müslüman Arap ordularınca tasfiye edilmeleri üzerine, bölgede Çinliler ve Araplar karşı karşıya geldiler. Abbasiler’in iktidara geçmesinden hemen sonra gerçekleşen Talas Savaşı’nda (751), Araplar Türklerle birlikte Çinlilere karşı savaştılar. Bu önemli savaş sonrası Çin, Orta Asya’dan çekildi ve Araplar bölgeye hâkim oldular.
Emevi Halifeliği zamanında müslüman Araplar, Suriye ve İran’ı hâkimiyetlerine alarak Maverâünnehir bölgesine ulaşmışlardı. Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının arasındaki bu bölgede Türkler bulunmaktaydı. Böylece Araplar ile Türkler ilk defa temasa geçmişlerdir.
Emeviler arap ırkçılığını siyasetlerine ve fetihlerine esas yaptılar. Müslüman olmasına rağmen arap olmayan milletlerden haraç ve cizye aldılar. Emeviler’in bundan daha büyük yanlışı Hz. Ali’ye karşı olan düşmanca tutumları ve bu tutumlarını, Hz. Ali’nin oğulları ve Peygamberimiz’in torunları olan Hasan ve Hüseyin’e ve tüm soyuna , ehli beytine karşı da göstermeleridir. Mesudi’nin anlatımlarına göre Hasan kendisini rakip gören Muaviye tarafından zehirletilerek öldürülmüştür. Hasan’ın karısını bu zehirleme işinde kullanan Muaviye ise ölüm haberini alınca şarkılar söyleyerek, kendisini ibadete verip siyaset sahnesinden çekilmiş olan Hasan’ın ölümüne çok sevinmiştir. Hasan’ın kardeşi Hüseyin ise Kerbela olayında Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından öldürülmüştür. Kaynaklar Yezid’in nasıl Hüseyin’in ölüsüne bile saygı göstermediğini ve Hüseyin’in kesik başını sopayla didikleyip alay ettiğini anlatırlar. Hasan ile Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep ise halkın ayaklanmasına ön ayak olur korkusuyla yaşadığı yerden sürülmüştür. Tüm bunları yapan, Peygamber torunlarının katilleri olan Emeviler, ne yazık ki tüm bunları yaparken din için, dinin hayrına yaptıklarını camilerde Cuma hutbelerinden savunacak kadar taşkınlıkta ileri gitmişlerdi.
Burada bu olayların teferruatına girmek ve bu savaşlardaki suçluyu göstermek şeklinde malumu ilan etmek istemiyoruz. Emeviler halifeliği babadan oğula geçen bir saltanata dönüştürdüler. Emevi dönemine kadar ne saltanata dönüştürülmüş halifelik vardı, ne de Kuran ve Sünnet dışında bir dini kaynak. Peygamber’imiz ve 4 Halife dönemindeki sade yaşantının saray ihtişamlarına, debdebeye, şölenlere dönüşü, dini liderliğin paraya ve güce çevrilmesi, halifeliğin aile içi saltanata dönüştürülüp balığın baştan kokmaya başlaması bu devire rastlar. İçki âlemleri ve yaptırdıkları saraylarla meşhur olan birçok Emevi halifesinin yanı sıra Velid gibi Kuran’dan hoşuna gitmeyen ayetlerin okunması üzerine Kuran’ı hedef yapıp ok yağmuruna tutanlar da halife olmuştur.(Bakın Mesudi 3/228, İsfahani 7/49, İbnul Esir 5/290)
Emeviler ile en önemli atağı yapan özellikle tefsirde ve hadisteki uydurmacılık, doruk eserlerini Abbasiler döneminde vermiştir. Her şeye rağmen hem Emeviler döneminde, hem Abbasiler döneminde Kuran dışı dini kaynak oluşturulmasına karşı çıkanlar olmuştur. Hatta kimi Abbasi halifelerinin hadisçiliğe ve aklı dışlayıcılığa şiddetle karşı çıkan Mutezile ekolüne tabi oldukları bilinmektedir. Fakat yönetici kadrolara sonradan hâkim olan Sünni görüş, zaman içerisinde resmi görüş olarak halk tarafından kabul edilmiştir. Böylece Abbasi döneminin sonuna gelmeden Sünnilik, karşı görüşleri tasfiye ederek, uzun yıllar sürecek olan saltanatını kurmuştur. Emeviler’den aldıkları miras, gördüğümüz gibi bu fikir yapısında en önemli kaynaktır. Fakat uydurmacılık burada önemli bir seviyeye gelse de bitmiş değildir. Sonraki devirlerde yaygınlaşacak olan bazı tarikatlarda, Hint ve İran’ın mistik kültürüyle ve diğer kültürlerin etkisiyle gelen çilecilik, sofilik, tarikatçılık, kendi kendine azap çektirme ve bundan medet umma da Kuran’ın verdiği zihniyeti tahrif etmekte rol oynamıştır.
İslam’ın tarihin ilerleyen sürecinde gelişmesiyle dinin yeni bağlıları, İslam’ın etkisine girmelerine karşın çoğu zaman eski kültürlerinin etkisinden de kurtulamamışlardır. Örneğin Türkler’in İslamlaşmasında tarikatçı yapıların dervişlerinin, sofilerin etkisi vardır. Türkler’in Şaman geçmişlerindeki Şaman babalarını aşırı yüceltmelerinin paralelliğini bu sofilerin bağlı oldukları şeyhlerine aşırı bağlılıkta görmeleri, birçok Türk’ün asırlarca dini tarikatçı yapılarda yaşamasının köklerini oluşturdu. Böylece Hint mistik kültürü ve Şaman kültürünün de izlerini taşıyan tarikatlar ve tasavvuf, Türkler’in dini yaşantısında önemli bir yer tuttu. Günümüzde de etki ve gücünü sürdüren bir kısım tarikatların dine ilaveleri ve şeyhlerini aşırı yüceltmeleri gibi tehlikelerden kurtuluşun reçetesi, sadece ve sadece Kuran’a ve sünnete sarılmaktır. Önceki zamanlarda uydurma hadis ve mezhepleri, sonra yabancı kültür ve zihniyetleri İslam’a sokan saltanat zihniyeti daha ileriki tarihlerde ise fetva, içtihad adı altında dine ilavelerine devam etti. Osmanlı Devletindeki yanlış uygulamalardan misal vermek gerekirse , padişahların kardeşlerini öldürebilecekleri şeklinde fetva (hem de Kuran’ın açık ayetleriyle çelişen, büyük günah olmasına rağmen) din adına, dinin başı olan şeyhül-İslam’ın onayladığı kanunname şeklini almış bir fetvaydı. Matbaayı din adına yasaklayıp bu görüşlerine içtihad veya fetva gibi başlıklar atan, bu kararlarını hadis gibi, mezhep gibi dinin bir parçası yapanlar da din alimi etiketli şahıslardı. Tüm bunlar üst üste, yan yana geldi ve aydınlık Kuran’ın ve sünnetin mesajı yerine zaman zaman saltanatın baskısıyla bir kısım insanların etkili oldukları bir sistem insanlara din diye sunuldu. Çözüm Peyganberimizin Veda hutbesinde hatırlattığı şekilde idi : “Ben size iki şey bırakıyorum. Onlara tutunursanız asla yanlışa düşmezsiniz. Bu iki şey : Kuran ve Sünnettir.Biz Müslümanlara düşende sahih kaynaklar vasıtasıyla bize kadar gelen Kuran’ı ve Sünnet’i esas alıp, din diye sunulan bir kısım uydurmaları ayıklamak ve saf İslam’ı ortaya koymaktır.
İrca kitabında Hasan bin Muhammed Kuran’ı Kuran’ın kendisinden alıntıladığı şu ayetlerle anlatır: “Kuran Allah’ın katından kendi ilmiyle indirdiği (11, Hud Suresi 14; 4, Nisa Suresi 166), muhkem kıldığı (22, Hac Suresi 52, 11 Hud Suresi 11) sonra da ayetlerini uzun uzun açıkladığı (11 Hud Suresi 1, 6 Enam Sure-si 55-97-98-126, 7, Araf Suresi 52, 174, 9 Tevbe Suresi 11) Her taraftan gelebilecek saldırı ve noksanlıklardan koruduğu (15 Hicr Suresi, 9, 22 17) yüce bir kitaptır. Allah bu kitapta (14, İbrahim Suresi, 45, 30 Rum Suresi 58) ibret alınacak şeyleri açıkladı (3, Ali İmran Suresi 13, 12 Yusuf Suresi 11, 71 Nuh Suresi 66) ve onu iyiyi kötüden ayırt edici (25 Furkan Suresi 1, 8 Enfal Suresi 29) karanlıktan aydınlığa çıkarıcı (2 Bakara suresi 150, 5 Maide suresi 3) ve yol gösterici (5 Maide Suresi 3), sapıklıktan hidayete ulaştırıcı (4 Nisa Suresi 131) kıldı.” Hasan bin Muhammed’e göre Kuran’ın inmesiyle Allah’ın nimeti tamamlandı, ibadetler en son halini aldı. Allah’ın vasiyetleri böylece kaydedildi ve Allah sünnetini uyguladı. Bundan sonra öğüt verme bitmiştir. Kuran’da emredilenlere itaat konusunda söz alınmıştır. İşte bu kopmak bilmeyen sağlam bir kulptur. Allah bu Kuran’ı kendi hükmünün geçerli olduğu ve kullarına uymayı farz kıldığı bir kitap yaptı. İnsanlığa bundan sonra düşen görev onu ezberleyip koruyarak başkasına ulaştırmaktır. Onu ihmal edip kaybedenden, onun dışında hiçbir şey kabul edilmeyecektir. Hasan bin Muhammed Kuran’ın dışında bir vahyi reddettiği için insanların bilmediği gizli bir vahiy ve gizli bir ilimle hidayete erdiklerini iddia eden Sebeiler’i düşman ilan etmiştir.
Emeviler’in müslümanlığı seçen Arap olmayan uluslara karşı baskıcı ve hor görücü tutumuna karşın, Abbasiler, halkı Arap olmayan bölgeleri de, Araplarla eşit gören daha ılımlı bir yönetim anlayışını benimsemişlerdi. Araplar’ın yenilgiye uğrattıkları halklar giderek İslamlaşmaya başladıklarından, daha önce başka inançlara mensup din adamları ve tüccarların geldikleri yollardan bu kez müslüman din adamları ve tüccarlar Türklerin yaşadıkları bölgelere gelmeye başlamışlardır. Ayrıca Abbasiler’in yanısıra Samaniler devletinin de özellikle ordu yönetiminde Türkler’den yararlanmasının, İslam’ın bu kitleler arasında yayılmasına yardım ettiği söylenebilir. Yalnız Türkler’in İslamlaşmasında gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta, Türkler’in bu yeni dinin birçok unsurunu Araplar’dan değil İranlılardan almaları konusudur. Türklerin İslam’ın bölgeye Arap orduları aracılığıyla gelmesinden önce de ilişkide bulundukları ve birçok bakımdan ortak noktalara sahip bulundukları Acemleri (İranlıları) kendilerine Araplardan daha yakın görmeleri doğaldı. Böylece İranlılar, Türkler’in İslam uygarlığını benimsemeleri konusunda bir köprü vazifesi görmüşler, onlara yol göstermişler, onları etkilemişlerdi. Bu etkileri daha sonraki yüzyıllarda, Türk edebiyatı, sanatı, idare sistemi gibi birçok alanda görmek mümkündür.