Eski Türkler’de kurban merasimi bir içki ve ziyafet sahnesiyle sona ermektedir. Bunun için kadınlar önceden bu merasime uygun bir çadır hazırlayıp zeminine halı sererler. Akşam güneş battıktan sonra , bir ateş yakılır. En önce şaman gelir. Peşinden , kadın erkek eşler halinde diğerleri gelip çadırda yer alırlar. Daha sonra , önceden hazırlanmış tulumlardan içki alınıp sırayla misafirlere sunulur. Böylece içip ilahiler söyleyerek toplantıya devam ederler. Buna rağmen kadınların asla içkiyi fazla kaçırmadıklarını , aşırı harekete teşebbüse yeltenenleri ikaz ettiklerini Radloff bizzat gördüğünü söylüyor.
Altaylar’da kökü çok eskilere dayana şöyle bir gelenek hala yürürlükteydi. Ekşi sütten içki hazırlanmakta ve bu topluca içilmektedir. Köyün erkek ve kadın bütün yetişkinleri bu içkiyi içmek üzere akşam evde toplanırlardı. Toplantıya iştirak edenler, bir daire halinde yere otururlar , erkek ve kadınlar mevkii ve yaşlarına göre sıralanırlardı. Sonra belli kaidelere göre, uygulanan bu merasimle içki içilirdi. Yakutlarda da Isı-ah denilen bir ayin yapılır, bu ayinde topluca kımız içilirdi. Ayini Şaman yönetir, kadın erkek bir yerde toplanarak birbirlerinin ellerinden tutup bir daire meydana getirirlerdi. Sonra hu hu diyerek dans etmeye başlarlardı. Bazen de Şaman yalnız dans eder veya dokuz erkek dokuz kadın kendisine refakatte bulunurdu.
Şamanist Türkler’in uyguladıkları bu erkekli kadınlı dini ayin ve merasimler , bilindiği gibi İslam’ın kabulünden sonra da , özellikle göçebeler arasında yaşanmaya devam etmiştir. Fuat Köprülü araştırmalarının önemli bir bölümünde bu konu üzerinde durmuştur. Köprülü başlangıçta daha Sünni bir karakter arz eden Yeseviliğin göçebe Oğuz çevrelerinde , bu çevrelerin gerektirdiği hayat tarzına uymak zorunda kaldığını , böylece heterodoks bir mahiyet kazanarak geliştiğini , bu arada mesela Şamanizm’den kalma kadınlı erkekli toplantıların Yeseviikte de sürdüğünü delilleriyle aktarmıştır. Köprülü İlk Mutasavvıflar adlı eserinde ilk bakışta bu geleneğin uygulandığını reddeden , fakat aslında kabullenen bir menkıbe nakletmektedir. Bu menkıbeye göre: Ahmet Yesevi’nin rakipleri , müritlerinin çoğalmasını çekemediklerinden ona iftira etmişler , güya meclisinde örtüsüz kadınların erkeklerle beraber zikir yaptıkları şayiasını çıkarmışlardır. Horasan ve Maveraünnehir alimleri bunun doğru olup olmadığını araştırmak için müfettiş göndermişler , fakat sonunda gerçeği anlamışlardır. Bundan sonra Ahmet Yesevi iftiracılara bir ders vermek ister. Bir hokka içine pamuk yerleştirip üstüne ateşi koyar ve alimlere gönderir. Ateşin pamuğa hiç tesir etmediğini görünce Ahmet Yesevi’nin kerametini tasdik etmek zorunda kalırlar. Menkıbenin bu son kısmı Ahmet Yesevi’nin kadın ve erkekleri zikir meclisine aldığını , kabul ettiğini , ancak onların nefsani duygulara kapılmadığını anlatmak istediğini göstermek açısından dikkate değer.
Vefailik tarikatının kurucusu olup 1105’de vefat eden Tac’ul Arifin Seyyid Ebu’l Vefa Bağdadi’nin de Ahmet Yesevi’den daha önce benzer şekilde kadın ve erkeklerden oluşan müritleriyle karışık ayinler yaptığı ve müritlerinin bir kısmının Türkmenler’den oluştuğu biliniyor.
Kitabı Ebu Müslim’de Ebu Müslim’in tarafını tutan Merv ahilerinden bahsedilirken , buradaki tekkede kadın ahilerinde erkeklerle birlikte oturdukları , Sitti Tekulbaz adında bir kadın ahi dolayısıyla anlatılmaktadır. Şüphesiz o devir için ahilik söz konusu olmamakla birlikte 13. yüzyılda kaleme alınan bu eserde , Türklerde bahis konusu bu eski geleneğin yansıma biçimi itibariyle bu hikaye önemlidir. Burada Anadolu ahileri arasında kadınlarında bulunduğuna dair telmih vardır.
Kadınlı erkekli bu ayinlerin eski İran’da bir gelenek olduğu ve özellikle Maniheistler’in bu tip ayinler yaptıklarına dair tarihi haberler vardır. Hatta bazı geceler yapılan kadın erkek karışık ayinler dolayısıyla Maniheistler’in düşmanlarınca dedikodular ve bizdeki “mum söndü” hikayesine benzer asılsız rivayetler çıkarılmaktaydı. Aynı rivayetlerin 9. ve müteakip yüzyıllarda Anadolu’da Paulicenler ve Balkanlarda onların devamı olan Bogomiler içinde nakledildiği söylenmektedir. Osmanlı Devleti’nde Sabataistler’in kutladığı 22 Marttaki “Kuzu Bayramı”nda bu tip uygulamaların olduğu ileri sürülmüştür.
12. yüzyılda , Babek’in tarftarları olan Hürremler’de dahi mevcut olduğu Müslüman kaynaklarınca nakledilen kadın erkek karışık bu ayinlerin , herhalde Maniheizm’le bir ilgisi olsa gerektir. Kaynaklar bu gece ayinleri sırasında ışıkların söndürülüp kadın erkeğin biribirine karıştığına dair işaret olunan hikayeyi de naklediyorlar. Türklerin bir ara Maniheizm’i kabul ettikleri dikkate alınırsa , eskiden mevcut bu Şamanist geleneğin bu İran dinine geçtikten sonra da devam ettiği (Maniheizm’in Türkler üzerindeki etkisi gerçekte sanılandan çok fazladır. Mesela yeni buluğa ermiş bir gencin topluluğa kabul edilmesi için yapılmakta olan merasimin Kızılbaş ve Alevilerdeki “oğlan ikrarı“ ayini ile karşılaştırılması sonunda görülen benzerlikler şaşılacak derecede fazladır. Bu ve daha birçok husus ,hem Bektaşi , hem de Kızılbaş zümrelerindeki dini teşkılat ve ayinlerin geniş ölçüde maniheist damga taşıdığına şüphe bırakmıyor.) ve bu kimliğiyle Yesevilik, Vefailik gibi Türkmen tarikatlarına girerek yaşadığı yorumu yapılabilir. Bu iki tarikatı bünyesine alam Babai hareketinin , yukarıdaki menkıbede nakledildiği üzere , bu geleneği sürdürdüğü ve nihayet 15. yüzyılda teşekkül eden Bektaşiliğe bu kanalla geçtiğini söylemek mümkün görünmektedir. Kanaatimizce , Bektaşi ve Kızılbaş zümrelerince büyük bir titizlik ve sadakatle yüzyıllardan beri yapıla gelen ayın-ı cem ‘in aslı bu olmalıdır.
Bu eski Şamanist Türk geleneğine benzer ayinlere Menakıpnameler’ de de rastlamak mümkündür. Baba İlyas’ın Amasya yakınlarındaki Çat köyüne yerleşmesinden itibaren geçen üç yıl içerisinde kadınlı erkekli yetmiş iki bin müridi olduğu ve bunların birbirine karşı asla nefis lezzeti duymadıkları , bir arada bulundukları halde , birbirlerinin kadın mı erkek mi olduklarının farkına varmadıkları ifade edilmektedir. Dikkat edilirse bu anlatılanlar , Baba İlyas’ın tekkesinde kadın erkek müritlerini bir araya toplayarak ayin yaptığına işaret etmektedir. Çünkü başka türlü bu iki cins müridin tekkede birlikte bulunmaları manasızdır.
Rum Erenlerinin Bacı denilen kadın velilerle bir arada oturup kalktıkları şu menkıbeden anlaşılıyor: Hacı Bektaş-ı Veli , Ahmet Yesevi’nin icazetiyle Rum diyarına gelirken , Rum Erenleri’ne gıyaben selam verir. Selam , o sırada mecliste onlarla birlikte oturan Fatma Bacı’ya malum olur; ayağa kalkıp selamı alır. Erenler kimin selamını aldığını sorarlar ; o da Rum’a yeni gelen bir erenin selamını aldığını cevabını verir.