İSLAM ÖNCESİ ARAPLARIN DURUMU

İslam’dan önce Arap toplumu çok farklı inanç ve düşüncelere sahip farklı insanlardan oluşuyordu. Yüzyıllar içinde oluşmuş bu farklı inanç ve düşünceler daha çok şiirlerle ifade ediliyordu. İslam’ı kabul eden Arap toplumu bu inanç ve düşüncelerini hemen terk edemedi. Bu inanç ve düşünceler günlük hayat üzerine tesir etmeden geri kalmamış ve bütün reform teşebbüslerine rağmen yer yer bu eski inanç ve düşünceler hüküm sürmüştür. Kuran ve Peygamber bu inanç ve düşüncelerin bir kısmını onaylamış bir kısmını ise tamamen reddetmiştir. Fakat Kuran, İncil gibi nasihatlardan ibaret bir risale değil, çok hacimli bir kitaptır ve sonradan toplanmış olduğu için birbirine tamamıyle uymayan rivayetler değildir. Peygamberin hayatında hafızlar tarafından tespit edilmiş ve vefatından hemen sonra toplanmış ve yazdırılmıştır. Bundan dolayı Kur’an’ın devam ettirdiği eski itikatları, sonradan katılmış olanlardan ayırmak daha kolaydır. Kuran bu özelliğiyle Peygamber’in getirdiği en büyük mucize olup kıyamete kadar tüm asliyeti ve gerçekliğiyle yaşayacak ve ona gerçekten iman edenlere sonsuz nurunu sunacak , İslam’ı ona sokulmak istenen tüm yanlışlıklardan ve batıldan muhafaza edecektir. İslam’ın evrensel olması ve geldiğinden itibaren tüm asırları kucaklayabilmesi Kuran’ın bu yönü sayesindedir.

İslamiyet putlara tapınmayı kaldırıyor ve tek Tanrı fikrini getiriyordu. Fakat bu fikir peygamberden önce, Mekke site devletinde hanifler tarafından savunulmakta ve yaşanmakta idi. Hanifler kendilerinin İbrahim neslinden olduklarını iddia ediyor ve putları kaldırarak timsalsiz olan tek Tanrı’ya ibadet edilmesini istiyorlardı. Kus ibn Saide’nin, Züheyr ibn ebi Sülemi’nin, Lebid ibn Rebici’nin Mekke pazarı olan Sûkü Akkaz’da verdikleri nutuklar bu fikirlerini açıkça göstermektedir. Hanifler putlar aleyhinde söylüyor ve yazıyorlardı; hayatları tehlikeye girecek olursa Yesrib’e (Medine) ve civardaki bazı Yemenli kabilelere sığınıyorlardı. Ancak Mekke’de aile ve aşiret kavgaları olduğu ve onlardan birine sığındıkları için, hayatları pek tehlikeye girmiyordu.

İslamiyet tek Tanrı’nın âlemlerin efendisi (Rabb-el Âlemin) olduğunu ilan ediyor, bu suretle İbranilerin kıskanç bir kavme mahsus olan tek Tanrısı ile bütün ilkçağın bir şehre veya bir kavme mahsus olan tanrılarından ayrılıyordu. Ancak bu evrensel tanrı fikri de büsbütün yeni değildi. Hıristiyanlıkta tanrı evrenseldi. Eski Mısır’da Firavun dördüncü Ahunaton zamanında Osiris dini yerine bütün insanlara şamil olan evrensel bir tek tanrı dini doğmuş ve bu din Suriye ve doğuya doğru yayılmaya başlamıştır. Özetle İslamiyet doğduğu zaman tek ve evrensel Tanrı fikri Araplar arasında vardı.

Hicaz (yani eski Mudhar) milattan önce Nabuhodosor ve Romalılar tarafından iki defa istila edilmiştir. Kudüs’ün Titus tarafından tahrip edilmesi üzerine bir kısım Yahudiler Hicaz’a sığındılar. İslamiyet üzerindeki ilk tesirler bu suretle hazırlandı. M. Sprenger’e göre hac minseklerinin bütün terimleri ibranicedir. Mekke, Biir-isebae, hac, vs. gibi. Hicaz civarına gelen ibranilerden Beni Şem’un kabilesi Mekke’nin bulunduğu noktaya yerleşti ve burada ayin yeri olarak Kâbe’yi kurdu. İsmail’in zevcesi Hacer vasıtası ile eski ibrani peygamberlerin bağlanma ananesi buradan ileri geliyordu. Sonradan Mudhak kabilelerinden Beni Cürhüm gelerek onların yerine geçti ve Kâbe’ye hâkim oldu.

İslamın esaslı farzları olan namaz, oruç, zekât ve haccın az çok farklı şekillerine İslam’dan önceki Arap itikatlarında rastlanmaktadır. Ancak bunlar her kabilede muhtelif manzaralar almakta idi. Kâbe esasen bütün eski putların bulunduğu yer olduğu için Arabistan içerisinde kabilelerin haccı en esaslı dini vazifelerinden biri sayılıyordu. Mekke’deki mühim siyasi dini işlerde esasen İslam’dan önce de peygamberin ailesine mahsus bulunuyordu. Bu işlerin başında bulunan Sedanet, yani Kâbe’nin perdedarlığı işi Hz. Muhammed’in büyükbabası Abdulmuttalib’e aitti. Bu mevkinin ele geçirilmesi için uzun aile kavgaları olmuş ve nihayet Peygamberin ailesi hâkim olmuştu. Yalnız, bu hadise bile İslamiyetin nasıl önceden hazırlanmış olduğunu göstermeye kâfidir.

Kur’an’ın metni tetkik edilecek olursa orada birçok eski Sami itikatlarının ibrani kıssalarının devam ettiği görülür. İlk defa Nöldeke, Arabistan şehirlerine yerleşmiş olan Yahudiler vasıtasıyla Tevrattaki fıkraların nasıl yayılmış ve Kur’an’da yer bulmuş olduğunu gösterdi. Fakat sonradan Zemahşeri, Besdavi, Salebî, Taberi, İbni Esir ve Kisai gibi büyük müfessirler bu Kur’an fıkralarını genişlettiler ve evvelce görülmeyen birçok tafsilatı onlara kattılar. Bazı ayetlerin başında bulunup, manası anlaşılamayan harflerin (Mukattaât) tefsiri vesilesiyle eski İran ve Mezopotamya kozmogonilerine ait itikatlardan birçoğunun büyük tefsir kitapları içerisine sokulmuş olduğunu görüyoruz. Mesela “Nun, vel Kur’an-el-hâkim” ayetindeki “N” harfi dolayısıyle tefsir eserlerinde rastlanan kozmolojik telakkiler başlı başına bir tetkik mevzuu teşkil etmektedir.

Âdem bahsinde insanın yaradılışına, Cennete, Âdem’in Cennetten çıkarılışına; Habil ve Kabil’e ait olan teferruatta Kuran ve Tevrat metinleri gayet iyi karşılaştırılmıştır. Harut ve Marut adındaki iki garip meleğe ait fıkranın ibrani kökleri görülüyor. Bu iki kelimeye gelince Tisdall’a göre bunların menşelerinin irani olması lazım gelir. Ararat’ta kadın tanrı Spandaramit’in yanında Höröt ve Möröt adında iki yarım tanrı bulunuyordu. Bu eski ermeni efsanesini müellif Avesta’ya bağlıyor ve Bereket ile Ölmezlik manalarına geldiğini söylüyor.

Tufan ve Nuh’un Gemisi hikâyesinin ibrani kökleri çok açık olarak görülmektedir. Fakat onların da daha eski menşeleri olduğunu ve Sümerler devrine kadar çıkan Mezopotamya mitolojisine bağlandığını ilave etmek lazımdır. İbrahim’in etrafındaki bütün kıssalar da aynı mahiyettedir. İbrahim’in Nemrudla münasebeti, putları kırması, Nemrudun göğe yükselmek için tanrılarla rekabete girişmesi, kulelerin yapılması, kuleyi kuran işçiler arasında dil farkı yüzünden çıkan münazaa, Beni İsrail’in Mezopotomya’dan ayrılarak bir Mısır müstemlekesi olan Suriye’ye gelmesi İbrani tarihinin köklerine ait olan bütün bu kıssalar Sümer-Akad itikatlarına kadar çıkmaktadır. Yusuf’un Mısır’a gitmesinden Musa’nın Yahudileri Mısır’dan çıkarmasına kadar olan bütün menkıbeler içerisinde ibrani itikatları vasıtasıyla Mısır dini ve mitolojisinden birçok unsurlar karışmıştır. Süleymana ait kıssalar bilhassa “Sure-i Neml”de peygamberin karıncalar ve diğer hayvanlarla konuşmasına ait hikâyelerin esaslarını tamamıyle ve bazen aynen Ahdi Atik’te buluyoruz. Yecüc ve Mecüc hikâyesinin aslı Tevrat’ta Gog ve Magog olarak görünüyor. Burada bahsi geçen İskender Zülkarneynin, Büyük İskender olduğu rivayet ediliyor. İskender’in Kafkasya’da şimal kavimlerine karşı bir set yaptırdığı rivayetiyle bu efsane birbirine bağlanmaktadır. Bazı türkologlar Kafkasya’nın şimalindeki Ezkeş kavminin Yecuc ve Mecucler olduğuna dair tahminlerde bulunmaktadırlar.

Kur’anda bahsedilen “ashab-ı Kehf” yani mağarada asırlık uykuya yatan yedi kişi hikâyesinin de gerek İbrani hikâyelerinde gerek ondan önceki Anadolu ve Suriye mitolojisinde köklerini buluyoruz. Yemliha, Mislina, Mekselina, Zernuş, Tebernuş, Şazenuş, Kefeştetayyuş adlarını taşıyan yedi kişinin eski Suriye’deki isimleri Maximilianos, Malchos, Yamblichos, Martinianos, Dionyzos ve Ichannes idi.

Bu tarzda karşılaştırmaları ilerlettikçe İslamiyet’in halk tabakaları arasına yayılmış şekillerinde olduğu kadar, doğrudan doğruya Kuranın metinlerininde ve metinlerinin yorumlarında eski dinlerin, eski inanç ve düşüncelerin ne derecede tesiri olduğu daha net meydana çıkacaktır. Tarihte yaşanan bir çok büyük din, devrim ve değişimlere rağmen, bu din , devrim ve değişimlere eski müesseselerin , inanç ve düşüncelerin ne derecede tesirli olduğu ve yıktığı medeniyetin artakalanları ile ne kadar çok beslendiği sosyolojik bir gerçektir. Bütün bu mukayeseli araştırmalar bize insanlığın kökleşmiş müesseseleri yıkmak ve inkılâp yapmak hususunda ne büyük güçlüklerle karşılaştığını ve bunu hiçbir zaman son haddine kadar ve tam olarak yapamadığını göstermektedir.

Yorum Ekle