HRISTİYANLIK

Aslında pek yekun tutmayan ve tek tek rivayetler halinde rastlanan kayıtlar , azda olsa muhtelif devirlerde Orta Asya’da bazı küçük Türk topluluklarının Hıristiyanlığı kabul ettiklerini iade ediyor. Bu Hıristiyanlık Ortodoksluk mezhebine tepki olarak doğan Nesturilik çerçevesinde bir Hıristiyanlıktır. 8. yüzyılda Uygurlar içinde i Budist ve Maniheistler kadar olmasa bile , bir miktar Nesturi olduğunu biliyoruz. Suyap harabelerinde bulunan 8. yüzyıldan kalma kilise ve Hıristiyan mezarlığı kalıntılarına bakarak bunların Karluklara ait olduğu , dolayısıyla onlarında belli ölçüde Hıristiyanlığa girenlerin olduğu bildiriliyor.

Türk zümrelerinin zaman zaman Bizans’ın hakimiyetine girdikleri ve orduda paralı asker olarak bulundurduklarını görüyoruz. 1204’de İstanbul’un Latinler tarafından işgalinden sonra İznik Rum İmparatorluğu’nda Balkanlardan bir kısım Hıristiyan Türk nüfusunu getirip Anadolu’da Rum-Türk sınır boylarına yerleştirmişti.170 10. yüzyıldan itibaren Bizans’ta bulunan bu Hıristiyan Türklerin zaman zaman yapılan savaşlarda özellikle 1071’de Malazgirt savaşında Büyük Selçuklular safına katıldıkları bilinen gerçeklerdendir. Ayrıca asker olmayıp halktan da , Bizans topraklarında yaşayan Hıristiyan Türklerin Anadolu Selçuklu döneminde bu tarafa geçip ihtida ettikleri bilinmektedir.171 Dolayısıyla Anadolu’ya intikal eden Türk nüfusu içinde Orta Asya menşe’li Hıristiyanların azlığına karşılık , Hıristiyan oldukları halde Bizans kanalıyla , Peçenek , Uz ve Kumanlar gibi Anadolu Selçuklu topraklarına geçen ve ihtida eden Türk unsurunun daha fazla yekun tuttuğunu unutmamak gerekir.

Bektaşilik’te büyük değişiklikler yapan ve mücerretlik gibi esasları yerleştiren , ona adeta yeni bir hüviyet kazandıran Balım Sultan’ın annesinin Bulgar prensinin kızı koyu dindar olduğu ve Balım Sultan’ın onun terbiyesinden geçtiği gerçeğinin altını çizmemiz gerekmektedir. Çünkü daha önce Bektaşilikte olmayan birçok esasların Balım Sultan tarafından Bektaşiliğe ilave edildiği düşünüldüğünde Bektaşilikteki Hıristiyan kültürünün izlerinin sebebi daha kolay anlaşılır kanaatini taşıyoruz.

19. Yüzyılın başında ise Protestan misyonerlerin çalışmaları özellikle İslam’ı kaynaklarından öğrenememiş yüzeysel bilgilere sahip Anadolu halkını etkilemiştir. Tarihsel-toplumsal nedenlerle, Aleviler ile yerli Hristiyanlar’ın ilişkileri, her zaman Aleviler’le Sünniler’in ilişkilerinden daha samimi olmuştur. Çünkü bu iki kesim de, kendilerini egemen din karşısında “öteki” olarak görüyordu. Çağa ayak uyduramayıp gerileme sürecine giren Osmanlı Devleti, daha 16. yüzyılda reform ve rönesansını gerçekleştiren Batı karşısında tutunabilmek için 19. yüzyıl başlarından itibaren bir dizi reform hareketine girmek zorunda kalmıştı.

Lağvedilen Yeniçeri Ocağı yerine Batılı standartlara uygun bir ordu kurma, yöresel mirlikleri ve beylikleri merkezi otoriteye bağlama, modern anlamda okullaşmaya gitme ve dini özgürlükleri genişletme gibi reformlar, bunların başında geliyordu.

Bunları gerçekleştirebilmek için Batılı devletlerin ve kurumların yardımına ihtiyaç duyuyor ve çeşitli bağlantılara giriyordu. Bunun için öncelikle, başta Hrıstiyanlar olmak üzere Osmanlı sınırları içindeki Müslüman olmayan unsurları kazanmak ve onların desteğini sağlamak durumundaydı. Nitekim 1830 yılında, Osmanlı Devletinin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile imzaladığı bir anlaşmayla Protestan misyonerlerin dini vaaz verme çalışmaları güvence altına alınıyordu. Bu anlaşma çerçevesinde, Amerika Protestan Kilisesi, 1810 yılında Bostan’da kurulan Amerika’nın dışa yönelik misyonerlik örgütü American Board of Commissioners for Foreingn Missions (ABCFM) aracılığıyla Osmanlı Devleti sınırları içerisinde Balkanlar, Orta ve Doğu Anadolu, Ortadoğu bölgelerinde yaşayan Hıristiyan halklar ve bu arada özellikle Ermeniler arasında faaliyetlerde bulunuyor, çeşitli vilayetlerde okullar, hastahaneler, yetimhaneler, huzurevleri ve matbaalar kuruyordu. Bu çerçevede, 1836’da İstanbul’da ilk Protestan Kilisesi kuruluyordu. Yine bu anlaşma çerçevesinde, Amerikan misyonerlerinin desteğiyle 1834’te İstanbul Beyoğlu’nda Ermeniler için okul açılıyor ve 1848’de Osmanlı Devleti Protestanları ayrı bir cemaat olarak resmen tanıyordu. Amerika ile yapılan anlaşma çerçevesinde; Amerika İstanbul’dakilerin yanı sıra Ermeniler’in ve Kızılbaş Kürtleri’in yoğun olarak yaşadıkları Harput’ta Fırat Koleji’ni, Antep’te Antep Koleji’ni ve Merzifon’da Anadolu Koleji’ni açıyordu. ABD Konsolosluklarla Kürdistan’a açılıyor Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Almanlar, Avusturyalılar ve Ruslar İstanbul merkezli okullaşmaya giderken; Amerikalılar Anadolu’ya da açılıyorlardı. Ruslar, İngilizler ve Almanlar, daha çok konsolosluklar aracılığıyla Kürdistan’a ve Ermenistan’a açılmışlardı. Amerikalılar 1886’da Sivas, 1896’da Erzurum, 1901’de Harput Konsolosluklarını açıyordu. Haydaroğlu’nun deyişiyle; “yabancı devletler okullarını yoğunlaştırdıkları bölgelerde birer de Konsolosluk açmayı (özellikle Amerikalılar) ve onların da desteğinden yararlanmayı düşünmüşlerdir. Okul-Konsolosluk işbirliğinin faydasını da daima görmüşlerdir” Bu örgütlenme alanı ve yapılan çalışmalar gösteriyor ki, Protestan misyonerlerin hedef kitlesi yalnız Ermeniler değil, dinsel azınlık olarak Asuriler, Kızılbaşlar, Yezidiler ve alt tabaka insanlarıdır aynı zamanda. Çünkü misyonerlerin Diyarbekir, Antep, Sivas, Harput, Merzifon ve Dersim’in yanı sıra Malatya ve Maraş/Elbistan gibi Kızılbaş-Kürt yoğunluklu bölgelerde de çalışma yaptıklarını görüyoruz. Başka bir söyleyişle, Amerikalı Protestan misyonerlein faaliyetleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu vilayetleri üzerinde yoğunlaşıyordu ki, bölgedeki en büyük Hıristiyan azınlık olan Ermeniler ve Kızılbaş Kürtler arasında etkili oluyordu. Bu çalışmaların, bir bütün olarak Kızılbaşlar, özellikle de Kızılbaş Kürtler arasında ilgi uyandırmasının ve taban bulmasının kuşkusuz birçok nedenleri vardı. Her şeyden önce Osmanlı Sarayı ve İslami irade, hiç bir zaman Kızılbaş ve Rafizileri “Müslüman” olarak görmediği gibi, onları “kitap sahibi kafirler”den daha tehlikeli ve sakıncalı buluyordu. Yavuz döneminde 50 bini aşkın Alevinin katliamıyla sonuçlanan Çaldıran Savaşı öncesinde verilen fetvalarla, sonradan tekrarlanan fetvalar bunun en çarpıcı kanıtlarıdır. Osmanlılar Anadolu’yu 20.yüzyıl da keşf ediyor 19.Yüz yılla gelindiğinde bu dinsel çelişkilere milliyetçilik faktörleri de eklenmişti. Bu nedenle tümüyle sahipsiz kalan Kızılbaş Kürtler Batılı misyonerlerin ve gezginlerin bölgeye gelmesiyle yeni bir dünya ile tanışıyor ve önlerinde yeni bir pencere açılıyordu. Bu nedenle Kaiser’in şu görüşlerine katılmamak mümkün değil: “19. yüzyıl ortalarında, ABCFM üyeleri Anadolu’daki ayrı mezheplere mensup kişilerin dünyasına giren ilk yabancılardı. Protestanlık bu insanların çoğuna, ayrımdan ve geri plana atılmadan kurtulmanın bir yolu gibi görünmüştü. Yönetim 1860’larda düzenli misyoner faaliyetlerini yasaklamasından sonra da Protestanlık, pek çok Alevi’nin daha modern ve laik olan kimliklerini arayışlarının başlatıcısı oldu. Bu insanlar, sosyal ve bilimsel gelişime inanıyorlardı ve kendilerini tutucu dedelerin dini öğretilerinden uzak tutuyorlardı.” Amerikalı misyonerlerin, 1908’den sonra görünür hale gelen Alevi yenilenme hareketinde de önemli role sahip olduğunu vurgulayan yazar; Protestanlığın, Anadolu’nun taşra kısmını akılcı laiklikle tanıştırdığını, üstelik bunu Alevi toplumunun geleneksel inançlarını zedelemeden yaptığını da kaydediyor. Gerçekten de, o döneme kadar Osmanlı yönetimince horlanan veya yok sanan bu kesimler; ayaklarına kadar gidip kendilerini sahiplenen misyonerler yoluyla adeta yeniden bir kimlik-kişilik kazanıyorlardı. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarına ait 60 dolayında gezi raporu ve inceleme/ araştırma da gösteriyor ki; Batılı misyoner ve gezginler bu kesimlere hem daha önce ulaşmış, hem de onları Osmanlı yöneticilerinden çok daha iyi tanımaktadırlar. Bu nedenle Uygur Kocabaşoğulu’nun şu sözleri bir geçeği yansıtmaktadır: ” Osmanlı entellektüelleri Anadolu’yu daha 20. yüzyılın başlarında tanımaya başlamışken, Amerikalı misyonerler burayı çok iyi tanıyorlardı. Ve bu yüzden de buradaki değişik etnik grupların beklentilerini, davranışlarını, toplumsal değerlerini ve geleneklerini Osmanlı yöneticilerinden daha iyi billiyorlardı.” Protestan Misyoner-Kızılbaş Alevi Kürt Etkileşimi Bugün Alevi-Kürtler’in toplumsal tarihi açısından büyük öneme sahip misyoner raporlarıyla gezgin araştırmalarının ve gizli belgelerin ortaya koyduğu bir gerçek var. Yukarda vurguladığımız tarihsel-toplumsal nedenlerle, Aleviler ile yerli Hıristiyanlar’ın ilişkileri, her zaman Aleviler’le Sünniler’in ilişkilerinden daha samimi olmuştur. Çünkü bu iki kesim de, kendilerini egemen din karşısında “öteki” olarak görüyordu. Bu gerçekliği, misyoner raporlarında gördüğümüz gibi Türk Devletinin gizli belgelerinde de görüyoruz. Her şeyden önce Alevilik, Müslümanlık’la Hıristiyanlık arasında bir köprü görevi görüyordu. Bu nedenle, Hıristiyanlığın temel değerleri ve ibadet biçimi yadırganmıyordu. Üstelik aralarında inanç kaynakları ve ritüellerden başlayarak birçok ortak payda vardı. Bu nedenle Kızılbaş/ Aleviler’in, Protestan misyonerleri kabullenmeleri ve onlarla diyaloğa girmeleri hiç de zor olmadı: “1850’lerin Protestan misyonerleri büyük ihtimalle Kızılbaş topluluğuna girebilen ilk kişilerdi ve yine büyük ihtimalle Alevi olmadığı halde Aleviler’in (Cem) isimli gizli toplantılarına kabul edilen ilk kişilerdi. Misyonerler, bu insanların misafirperverlikleri ve Cem sırasında gösterdikleri samimiyetten oldukça etkilenmişlerdi. Kızılbaşların kendileriyle aynı inanca sahip olduklarını söylemeleri ve onlara İncil okurken eşlik etmeleri misyonerleri şaşırtmıştı.” Şunu hemen belirtelim ki, 1810 yılında Boston’da kurulan Amerikan misyonerlik örgütü (ABCFM), daha 1819 yılında Osmanlı topraklarını programına almış ve giderek artan bir ilgiyle misyonerlerini bu bölgelere göndermişti. Misyonerler, Islahat Fermanı’nın ilanından sonra çalışmalarını daha da hızlandırmışlardı. Bölgeyle ilgili misyoner çalışmaları bu tarihlerden sonra yoğunlaşmakla birlikte, kuşkusuz Amerikalı ve Batılı misyonerlerle gezginlerin bu coğrafyaya ilişkin gezi ve inceleme notları daha öncelere dayanıyor. Sözgelimi C.H. Wheeler, 1814’te New York’ta yayımladığı Ten Years on the Euphrater (Fıratl Boylarında On Yıl) adlı eserinde; Fırat boylarındaki halklardan Kızılbaş Kürtler ve Yezidiler üzerinde dururken, “Hıristiyanlığın misyonerleri olan bizler” ibaresini kullanmaktadır. Alevilik ve Kürtler çalışmamızda ilk belge olarak verdiğimiz bu eserin ilgili bölümünde Kızılbaş Kürtler’den söz edilirken şöyle denmektedir: “(Kızılbaş) Kürtler’in hiç değilse büyük çoğunluğu sadece sözde Müslüman’dır. Aralarında dinsel törenler ve ayinler düzenlerler. Şimdiye kadar pek az bilinmekle birlikte bu törenler Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Putperestliğin garip bir karışımını içerir görünmektedir. Kürtler’in çoğunluğu Müslümanlık dinine bağlıdırlar. Diğer kol Kızılbaşlar’ın, kendilerine has inançları vardır. Genellikle Türkler’den koktuklarından gerçek inançlarını gizlemeye çalışırlar. Aralarındaki garip öğretilerden bir, içlerinden birisinde (Kutsal Ruh)un bulunduğudur. Bu kişi (Dede) olarak adlandırılır. Kendisine büyük saygı gösterilir. Hepsi değilse bile Kızılbaşlar’ın bazıları Panteisttir (Tanrı’yı evrenle özdeşleştiren felsefe MB). Çarmıha gerilen İsa’yı da dualarında anarlar. Biz yine de onların İsa’yı kabul ettikleri için çok fazla umutlanmamalıyız. Çünkü onlar, İsa ve Muhammed gibi diğer insanları, hayvanları, ağaçları, kayaları da kutsal kabul ediyorlar. Tüm varlıklar onlar için Tanrı’dır”.

Yorum Ekle