Hoca Ahmet Yesevi

Anadolu’nun İslaşmasında rol oynayan en etkili tasavvuf ekollerinden birisi “Yesevilik” olmuştur. Horasan okulu olarak anılan bakış açısının en etkili kişisi Hoca Ahmet Yesevidir.( öl.1166) Ahmet Yesevi’ nin kurduğu tarikat, Yesevilik İslam inancı ile Türk gelenek ve görenek inanç ve yasam tarzlarının geçirdiği zaman süreci icinde gezici dervişlerin etkinliği ile hazırlanmış bir ortamda filizlendi. Yesevi taraftarları zaman içerisinde Yeseviye ismiyle anılmaya başlandı.

Ahmet Yesevi zuhur ettiği zaman Türk toplumu epey uzun bir zamandan beri her halde 9. asırdan beri tasavvuf fikirlerine alışmış mutasavvıfların menkıbe ve kerametleri yanlız şehirlerde değil göçebe Türkler arasında bile az çok yayılmıştı. İlahiler şiirler okuyan , Allah rızası için halka bir çok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri Türkler eskiden dini bir kutsiye verdikleri ozanlara , Şamanlara , kamlara , alplere benzeterek hararetle kabul ederek dediklerine inanıyorlardı. Bu suretle eski ozanların, Şamanların, kamların, Alplerin yerini ata, baba veya bab ünvanlı bir takım dervişler almışlardı.

Hz. Muhammed’in sahabelerinden olarak gösterilen Aslan bab ile menkıbeye göre İslam dinini anlamak maksadıyla Türkistan’ dan Ceziret’ ül Araba gelmiş ve Ebu Bekir’le görüşerek İslamiyet’i kabullenmiş olan ozanlar, piri meşhur korkut ata ( Dede korkut ) Çoban ata işte bunlardan kalmış birer hatırayı yaşatıyor. Göçebe Türkler arasında yani Sirderya kenarında ve bozkırlarda anladıkları bir lisanla yani basit Türkçe ile halka hitap ederek İslam ananelerini , akidelerini onlar arasında yaymaya çalışan dervişlerin bulunduğu tarihi bir gerçekti. Ahmet Yesevi’ nin kendisinden önce gelen dervişlere göre daha üstün daha kuvvetli bir şahsiyet olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Ancak eğer kendisinden önce gelen nesiller İslamiyet inancı ve evrenselliği üzerine zemin oluşturmamış olsalardı; onun başarısı bu denli büyük olamazdı.

Ahmet Yesevi , Türk tasavvuf şairi tarikat öncüsü (Türkistan Cimkent Sayram ? Yesi 1166) Hz. Ali evladından Şeyh İbrahim adlı bir şeyhin oğludur. Manevi bir babadan terbiye alarak büyüdü. Ashaptan şeyh baba Arslan Sayram’a gelerek onu irşat eder. 7. yaşından başlayarak onu eğitir. Babası şeyh İbrahim’in o civarda kerameti ve menkıbeleri ile de tanınmış biri olmasının da yardımıyla gittikçe çevresinde benimseniyordu. Yedi yaşındayken babasının ölümü üzerine ablası Gevher Şehnaz ile Yesi’ ye gitti. Burada bir süre öğrenim gördü. Daha sonra gittiği Buhara’ da Hemedan’lı şeyh Yusuf’un (1049-1140) öğretisini benimsedi. Onun ölümünden bir süre sonra üçüncü halifesi olarak yerine geçti.( 1160 ) Şeyhin vasiyetine uyarak Yesi’ ye geri döndü ve ölümüne dek orada tasavvuf öğretisini yaydı. Yesi’ de türbesi ve adına kurulmuş hangah Timur tarafından görkemli bir yapı haline getirildi. Burası Orta Asya Volga Türklerinin Özbek kazaklarının kutsal ziyaret yeri oldu

Yesevi adını alması ve ününü tüm Türkistan’a yayılması şu olaya bağlıdır; Bu devirde Maveraünnehir ve Türkistan’ da Yesevi adında bir hükümdar saltanat sürüyordu. Kışın Semerkant’ ta oturuyor, yazın Türkistan dağlarında yaşıyordu. Diğer tüm Türk hükümdarları gibi av meraklısı olan bu hükümdar yazları Türkistan dağlarında avlanıyordu ve böylece boş zamanını buralarda böyle geçiriyordu. Lakin bir yaz kara-cuk dağlarında avlanmak istediğinde dağin çok girintili ve çıkıntılı olması nedeni ile bunu gerçekleştiremiyor avlanamıyordu. Bunun üzerine dağı ortadan kaldırmak istedi. Kendi hükmettiği yerlerde ne kadar şeyh varsa ne kadar veli varsa hepsini  topladı ve duaları ve bereketiyle bu dağları ortadan kaldırmalarını istedi. Türkistan evliyası hükümdarlarının bu isteğini kabul ettiler. İhram bağlayıp üç güne kadar bu dağın ortadan kalkması için tazarrua ve niyaza koyuldular. Fakat tazarru ve niyazların umulanın aksine neticesiz kaldı. Sebebini araştırdılar, memlekette ariflerden , velilerden gelmeyen var mı diye? Şeyh İbrahim’in oğlu Ahmet pek küçük olduğu için çağrılmadığı anlaşıldı. Hemen Sayram’ a adamlar gönderip çağırdılar. Çocuk ablasına danıştı. Ablası dedi ki: Babamızın vasiyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın mabedi içindeki bağlı bir sofradır. Eğer onu açmaya kadir olursan, var git meydana çıkma zamanın gelmiş demektir.

Çocuk mabede gitti, sofrayı açtı. Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi. Bütün evliya orada hazırdılar. Sofrasında olan bir tane ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip fatiha okudular. Ekmeği meclistekilere bölüp hepsine yetirdi. Evliyalarından Padişah’ın Ümare ve askerlerinden orada 99 bin kişi hazır olmuştu. Onlar bu kerameti görünce, Hoca Ahmed’ in büyüklüğünü daha iyi anladılar. Hoca Ahmet babasının hırkası içinde, duasının neticesini bekliyordu. Birden bire gök yüzünden seller boşanmaya başladı. Her yer suya bulandı ve doldu . Şeyhlerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağrışıp niyaz ettiler. Hoca Ahmet hırkadan başını çıkarttı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı. Baktılar kara-cuk dağı ortadan kalkmış. Simdi orada o dağın yerinde karacuk adlı bir kasaba bulunur ki Hoca nın ekser evladının mesken ve vatanıdır.

Bu kerameti gören hükümdar Yesevi kendi adının kıyamete kadar cihanda baki kalmasını temini için Hocadan niyaz etti. Hoca bu niyazı da kabul eyledi ve dedi ki: Alemde her kim bizi severse, senin adınla beraber yad eylesin. İşte bundan dolayı , o günden beri Hoca Ahmet Yesevi adı ile anılır oldu.

Fuat Köprülü, ilk mutasavvıflar adlı eserinde; Türklerin İslamiyet’i İran üzerinden özellikle acemler aracılığıyla aldıklarını söylerken şöyle diyor: İslam inancı ve medeniyeti İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Maveraünnehir’ den geliyordu. Fuat Köprülü’nün coğrafi olarak tanımlamasına katılmakla beraber bazı kaynaklarca İran Acem etkisinin ağır bastığına katılmıyor. Hz Muhammed’in ölümünü takip eden yıllarda iki önemli görüş farkı çıkıyor. Bunlardan birinde Arap milliyetci baskıların ön planda tutulduğu görüş, diğeri ise İslamiyet’in evrensel bir din olarak milliyetcilik ve militarizm zincirinden uzaklaştırmak isteyen görüş. Evrenselliği benimseyenler Arap milliyetciliğinden kaçarak Horasan’a yerleşenlerdi. Ayrıca o yıllarda Horasan Türklerle meskun bir bölge idi.

Horasan yöresinin bir Türk yöresi olduğu Türklerin gelenek ve göreneklerine bağlı oldukları geleneklerinin evrensel içerik taşıdığı İslamiyet’ i kabullerinde evrensel bakış açısının kendi eski görenek ve gelenekleriyle uyumluluğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Bektaşilerin düşüncelerine göre Yesevilik bir tarikat gibi kabul edilmiş ise de aslında bir ocaktır. Tarikatın oluşumunu gerektiren, özellikler Yesevilik de eksiktir. ( Kisve Tekke , erkan name , zikir, riyazet, semah gibi ) tam değildir. Teşkilatlanma tam olarak tamamlanmadığından daha sonraları içinden bazı tarikatların doğmasına yol açarken kendi konumunu koruyamamıştır.

Horasan’ da zaman içerisinde bir okul bir ekol diyebileceğiz bir oluşum meydana geldi. İslamiyet’in evrensel bir din olduğunu vurgulayan ve aşırı Arap ırkçılığını savunan Arapların baskısından kurtulmak isteyenlerce Horasanda bir okul oluşmaktaydı. Bu okula Horasan mektebi denilmekteydi. Horasan okulunu oluşturanlar İslamiyet’in yüce fikirlerini Horasanda yaymaya başladılar. İslamiyet’ in en önemli fikirlerinden biri olan tanrıya ortak koşmamak özelliğine uyulmak koşulu ile İslami inanç ve düşünce sistemiyle mevcut bölge halkı olan Türk gelenek ve görenekleri kaynaşmaya başladı. Ancak Türklerin töre ve geleneklerinden bazıları tanrıya ortak koşuyorsa, o zaman Horasan okulu bu uygulamaları kendi bünyesine almadı. Sonuçta İslamiyet Türk töresiyle inancıyla birleşmeye başladı. Böylece Horasan okulu Arap etkisinin dışında, bölge halklarının eski inanç ve yaşam kültürünü de içine alan evrensel İslam anlayışı ortaya çıktı. Bu özellikle Arap ırkçılına karşı bir “tepki hareketi” olarak şekillenen Horasan Mektebinin görüşleri düşünceleri o kadar geniş o kadar evrenseldi ki sadece “Allah’a ortak koşmamayı “ esas alarak bunun dışındaki tüm gelenek görenek anane ve fikirlere müsamaha nazarıyla bakabiliyorlardı.

Farsçanın resmi dil olduğu kadar kültür dili olarak kullanılmasının daha çok medreseler çevresinde toplanan, aydın şehir halkının önemli ölçüde Fars kültür ve düşünce tarzını benimsemesine tesiri olmuş, buna karşı Yesevilik gibi Orta Asya kaynaklı ve eski Türklerin inanıp yaşadığı dinlerinin motiflerinin bol miktarda bulunduğu tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerin şehirlerden çok göçebe Türkmen toplulukları arasında dolaşarak onların dini duygu ve düşüncelerine yön vermeleri, milli duyguları okşamaları , Anadolu’da farklı kültür yapısına sahip iki ayrı sınıfın teşekkülüne sebep olmuştu. Öyle ki 13.yüzyılda özellikle Moğol istilası döneminde ortay çıkan karışıklıklar adeta bir Türk-Fars mücadelesi şeklinde cereyan etmişti.

13. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’ya önemli ölçüde derviş akınının vuku bulduğuna şahit oluyoruz. Uç sahaların “Dar’ul İslam”ın sınırı olması bu akınlara az çok dini bir mahiyet , mukaddes cihat rengi verdiği için bu mücahit dervişler (Alperenler) bazen de bu kisveye bürünmüş muhtelif akidelere malik türlü türlü insanlar , Şamanist ruhanilere (Bahşiler) benzeyen serseri derviş zümreleri , ya samimi olarak gaza etmek veya zahiren gaza etmek, hakikatte ise maişet temin etmek için buralara kadar geliyorlardı. Bunlardan bir kısmı köylere ve göçebeler arasına dağılarak kuvvetli heterodoxie (rafızi) propagandası yapan hatta bu propagandalarını Hıristiyanlara bile teşmil eden Türkmen dervişlerdi. Şehir ve kasabalara gelerek yerleşen diğer bir kısmı ise bunlardan büsbütün farklı Sünni tarikata mensup kimselerdir.

Şehirlerde görülen tarikat mensuplarının göçebe Türkmenler üzerinde fazla etkili, tesirli olamadıkları kesin bir hakikatti. Fakat göçebe Türkmenler arasında fikirlerini yayan dervişlerin tamamı da heterodoxie dervişlerdi demek doğru bir iddia olmaz. Göçebe halk kitlelerinin dini  kültürlerinin diğer halk gruplarına göre zayıf olması her ne kadar onları ehli sünnet dışı propagandalar karşısında zayıf bırakmış hatta birçoklarının bu propagandalara kapılmaları sonucunu doğurmuşsa da bu hiçbir zaman Türkmenlerin tamamının veya büyük ekseriyetinin ehli sünnet dışı mezhep ve tarikatlara girdikleri manasına gelmez. Ahiler gibi şehir ve kasabalarda özellikle zanaatkarlar arasında hüsnü kabul gören ve başlangıçta tamamen Sünni akideleri benimseyen içtimai dini grupların mevcudiyeti, öyle zannediyoruz ki bu fikrimizi destekler .


13.ve 14. yüzyıllar İslam dünyasının siyasi ve fikri açıdan çok yönlü bir durum arz ettiği yıllardır. Fikri çeşitlilik ve hareket tasavvufi düşünceye de tesir etmiş , büyük tarikatların hemen hepsi bu yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde tarikatlar bütün adap ve erkanıyla ortaya çıkmışlarsa bile insanları kendilerine bağlama ve kendi fikirleri doğrultusunda sevk etme işinde oldukça başarılı olmuşlardır.

Tasavvufi düşüncenin bazı unsurları Şia ile ilgili olduğu gibi bazı unsurları da felsefe ile ilgilidir. Dolayısıyla bu durumun tabii sonucu olarak zamanla hak (ortadoks) ve batıl (heteredoks) tarikatlar ortaya çıkmıştır.

12. ve 13. yüzyılların siyasi gelişmelerinde önemli ölçüde etkisi görülen haçlı seferleri , Moğol istilası, bunlara bağlı olarak ortaya çıkan siyasi çöküntü ve kargaşa ortamı Müslüman halkı yeni arayışlara doğru itmiş ve pek çok kişi bu mutasavvıfların fikirlerini kurtuluş vesilesi olarak görmüştür. Bu durum kurucularından pek çoğu aynı yüzyılda yaşamış tarikatların Selçuklu topraklarında yayılmasına neden olmuştur. Kadiriyye , Ekberiyye , Yeseviyye , Sühreverdiye , Koneviyye , Kübreviyye , Nakşibendiyye Mevleviye , Bektaşiye , bunların en meşhurlarıdır. Bu tarikatlarla beraber bunlardan çıkan kollarda hesaba katılırsa Selçuklular devrine “tarikatlar asrı” demek hiçte yanlış olmayacaktır. Ayrıca bu dönemde Hurufiyye , Kalenderiye , İbahiye gibi pek çok heteredoks tarikatta ortaya çıkmış veya daha önce mevcut olduğu halde müsait ortam bularak süratle yayılmaya başlamıştır.53

Türkler Müslüman olmadan önce değişik dinlerle karşılaşmış hatta bunlardan bazılarını kabul etmişlerdi. Şamanizm dışında Hıristiyanlık , Musevilik , Budizm , Manihaizm, Mecusilik kısa süreli de olsa Türklerin dini olmuştu. Mesela ;10. yüzyılda Hazar Türkleri arasında aynı anda İslamiyet , Hıristiyanlık ve Musevilik yayılmış ayrıca halkın büyük bir kısmı da eski dinlerini muhafaza etmişlerdi. Bu durum Türklerde , değişik dinlere mensup insanlarla bir arada yaşama alışkanlığı kazandırmış , müsamahakar bir toplum haline getirmiştir.

Yorum Ekle