Yüzyıllar boyu belli bir kültüre sahip olmuş ve onun içinde yoğrulmuş sonra bir takım sebeplerle başka bir kültüre geçmiş insan topluluklarının bu geçiş sırasında –çok uzun zaman sonra bile- eski kültürle ilgilerini tamamen kesmedikleri, ona ait bazı unsurları olduğu gibi bazılarını da yeni kültürün kalıplarına uydurarak muhafaza ettikleri bilinen sosyolojik bir gerçektir.56 Şüphesiz aynı gerçek , değişik yer ve zamanlarda İslam dairesine girmeye başlayan toplulukların da tekrarlamıştır. Bu Türk toplulukları , İslamiyet’i kabul etmeden öncede muhtelif dinlere girdikleri zaman eski inançlarından yeni dinle çatışmayanları olduğu gibi , çatışanları ise yeni dinden aldıkları motiflerle besleyerek onu uydurmaya çalışmışlardır. İslamiyet dönemi içinde aynı şey olmuştur. Ancak İslamiyet’in ana inanç esaslarıyla tamamen çakışan inançlar genelde terk edildiği söylenebilir.
Bu sosyolojik gerçek dikkate alındığında bütün Türk topluluklarında aynı devirde başlayan ve eski inançlarla hiçbir ilgisi kalmamış yüzde yüz tam bir İslamlaşma olayı düşünülemez. Tarih kaynakları yukarıda ileri sürülen fikri destekleyici mahiyette haberlerle doludur. Nitekim 10. yüzyılı başlarında Maveraünnehir’de İslamiyet’i kabul eden Oğuzların yeni dini henüz tam anlayarak özümseyemediklerini çağdaş müşahitler anlatıyor.
Mesela: Bu devirde Abbasi halifelerinin temsilcisi sıfatıyla Orta Asya’da muhtelif Türk boylarını dolaşan İbni Fazlan , Oğuzlar arasında kelimeyi şehadetten öteye gitmeyen bir Müslümanlık olduğunu belirtir. Maveraünnehir, Harezm, Horasan gibi muhtelif bölgelerde Müslüman olduktan sonra çeşitli vesilelerle , özellikle Karahitay , Harzemşah mücadelesi ve Moğol istilası yüzünden Anadolu’ya göç eden Türkler arasında büyük kültür ve medeniyet merkezlerinden gelme tam İslam’ı kavrayamamış hatta hiç Müslüman olmayan topluluklar vardı. Bektaşi Menakıpnameleri’nde tespit edilen inançların vaktiyle Anadolu’ya intikal eden Türk nüfusu arasında varlığını koruyabilmiş ve bazı durumlarda İslam’ı bir çehreye bürünerek bu eserlerde ortaya çıkmıştır. Bu motiflerin kabaca bir tasnifi bile bizi hem Şamanizm’e , hem de Budizm , Mazdeizm , Maniheizm , gibi vaktiyle Türklerin mensup oldukları dinlere , hatta Şamanizm öncesi eski Türk inançlarına götürmektedir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki başlangıcından günümüze kadar Anadolu’da bu muhtelif kaynaklı inançlar her yerde aynı nispet ve yoğunlukta görülmemiştir. Bunların bütün tazelikleriyle yaşama ve yayılma imkânını buldukları zümreler çeşitli sebeplerle daha Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan itibaren Sünni ve gayri Sünni olmak üzere ikili bir bölünme sonucu ikinci grubu teşkil eden zümrelerdir.
Bu sosyolojik gerçeğe başka bir misal vermek gerekirse: Şiilik İslam dininin yayılmasıyla birlikte Arapların dışındaki uluslara da Abbasiler döneminde Türkler ve İranlılar özellikle orduda yoğun olarak yer almaktaydılar. Örneğin daha hicri IV. Yüzyılda Maveraünnehir’in oldukça uzağında yaşayan Buğraç Türkleri eski inançlarındaki Gök Tanrı’nın yerine Hz. Ali’yi geçirmişlerdi. Zaten Emevi döneminden (661-750) bu yana Hz.Ali ve soyunun başlarına gelenler ve özellikle de Kerbela olayı Şiilerce her tarafa yayılmaktaydı. Sosyal ve siyasal ortam da bu düşüncelerin yaygınlaşmasına elverişliydi. Hz. Ali’ye ve ehl-i beyte muhabbet, o dönemde gittikçe fazlalaşan tarîkatlerde oldukça yaygındı. Hazret-i Ali’nin kahramanlıkları ve Kerbela Olayına ilişkin menkıbeler Anadolu, İran, Irak ve Horasan bölgelerinin sözlü ve yazılı edebiyatında en eski zamanlardan itibaren, çok sevilen ve yaygın bir konudur ki bunun etkilerini bugün bile gözlemlemek olanaklıdır. Demek ki İslam dünyasındaki siyasal ve dinsel bölünmelere kaynaklık eden bu olaylardan Araplar’ın yanı sıra, Türkler, İranlılar ve diğer uluslar da doğal olarak etkileniyorlardı. Yeni müslüman olan uluslar arasında Hz. Ali bir sembol halini alıyor ve onun savaşçılık, yiğitlik ve velilik yönleriyle bezenmiş menkıbeleri her yere yayılıyordu. Hz. Ali’nin sembolleşmesinin yanı sıra, bütün muhalif hareketlerin kalkış noktası olan Kerbela Olayı da aynı şekilde, hatta daha derin izler bırakıyordu. İşte bu etkilerin bir sonucu olarak Şiilik ve batınilik, İslam dünyasının her yanına yayılan tasavvuf akımına nüfuz etmiş ve Alevi-batıni eğilimli birçok tarikat ortaya çıkmıştır. Anadolu ve İran bölgelerinde de ortaya çıkan bu tarikatlerden konumuz bakımından en önemlileri Yesevilik, Kalenderilik, Vefailik, Hurufilik, Hayderilik adlı tarikatlerdir. Daha çok göçebe ve köylü topluluklar arasında etkili olan bu heterodoks yani resmi din anlayışına aykırı tarikatler, doğaldır ki, yaygın oldukları çevrelerdeki koşullara uygun olarak şekillenmiş bir İslam anlayışını yaymaktaydılar. Sünni çevrelerde yoğun tepkiler gösterilen ve eski kaynaklarda da yer alan, bu tarikatlere mensup şeyh ve babalara yönelik suçlamaların en bilinenleri şu şekildedir: Bu dervişlerin, dinsel yükümlülüklere/yasaklara uymamaları ve kadınların da dinsel törenlere katılmaları. Basit halk kitleleri, işte bu adetleri nedeniyle yoğun tepkiler alan ve hiç şüphesiz telkinleri kendilerine daha uygun gelen bu tür babaların ve şeyhlerin etkileri altındaydılar. Bu heterodoks şeyh ve dervişler adeta alevi-batıni düşüncelerin yayıcılarıydılar. Alevi Dedelerinin soyları da onlara dayanır.