Aleviliğin ilk izleri Anadolu’da “Abdalan veya Dervişan” dediğimiz ve Anadolu’nun İslamlaşmasında ikinci derecede etkili olan zümrelerden olan Abdallar ve dervişlerde görülmekte hatta ilk izler tamamen onlara dayanmaktadır. Bu dervişlerin İslami harekete katkısının olduğunu inkar edemeyiz. Ancak Horasan ve Maveraünnehir kökenli olan bu dervişlerin yaşadığı ve anlattığı hakikatler saf İslami hakikatler değildi. Emevi ırkçılığı ve saltanatına karşı gelişen bir hareket içerisinde Horasan ve Maveraünnehir ‘de İslam’la tanışan bu insanlar Kuran ve Sünnetteki hakikatleri tam manada öğrenemediler. Öğrendikleri bir kısım İslami hakikatlerinin yanına daha ziyade kavmi inanç ve kültürlerini eski dinlerinden kalma bilgilerini kattılar ve bunların hepsini de İslamiyet’in doğrularıymış gibi anlattılar. İslamın sufi yorumcuları da bu “karışık” yapıya müdehale edip batıl ve yanlışları ayırt ederek doğru İslamiyet’i öğretecekleri yerde müsamaha ile karşılayarak insanların eski dinlerinden ve inançlarından getirdikleri ve anlattıkları şeylere izin verdiler. İslamiyet’e uygun olmayan fakat Yesevilerin yaptıkları kadın erkek karışık zikir çekmeleri (devran yapmaları ) örnek verilebilir.
Yukarıda anlattığımız dervişlerin genelde – İslami kültürde uzak – köylerde , mezralarda , göçebe topluluklarda , Yörüklerde , kısaca taşrada büyük şehir merkezlerinden uzakta faaliyet göstermeleri ve halkın bu dervişlerin her söylediği ve her yaptığını din gibi algılamaları , Anadolu’daki “örgütlü devlet”e karşı yapılan tüm ayaklanmalarda yer almaları , hatta bizzat başını çekmeleri yani merkezden zamanla uzaklaşarak tamamen kopmaları onları akidede “kartezyen” bir yapıya oturtmuştur. Özellikle 11. yüzyıl Anadolu sufiliğinin bu kartezyen yapısı daha sonra – birçok farklı faktörlerinde etkili olmasıyla – Kuran ve Sünnet harici bir konuma oturacaktır. Çünkü zamanla kartezyen yapıdaki İslami olmayan kültürel ve akidevi ögeler İslami olanı yiyip bitirecek ya da İslami terimlere aslına uygun olmayan başka manalar yüklenecek , başta Şamanizm olmak üzere eski Türk inanç , adet ve geleneklerini İslami kavramlarla ifade eden veya İslami bir cila sürerek yaşayan yeni bir “kültür hareketi “ ortaya çıkacaktır.
Bektaşilik ise: Orta Asya kökenli olmakla beraber İslami esasların ağırlıkla yaşandığı bir tasavvuf ekolü idi. Özellikle Balım Sultan’la başlayan çözülme sürate devam etmiş İslami unsurlar Şamanizm , eski Türk gelenekleri ve Hıristiyanlıktan ( Balım Sultan’ın annesi Hıristiyan’dır ) alınan unsurlara yenik düşmüş , Alevilere teşrik-i mesaiye girmiş ve zamanla – ufak farklılıklar olmakla beraber – Alevilikle benzer bir çizgiye oturmuştur. Sadece köyde yaşayanlara Alevi , şehirlerde yaşayana ise Bektaşi tabirini kullanmıştır.
9. yüzyılda başlayan ve 11. ve yüzyılda altın devrini yaşayan tarikatlar içerisinde gelişen Alevilik – Bektaşilik hakkında tek , yazılı sağlam metinler Menakıpnamelerdir. Menakıpnameler hitap ettikleri çevrelerin ilmihali vazifesini görmüşler hala da görmektedirler. Her biri İslam öncesi devirlerden gelen inançları gayet usta bir üslup ve sade bir dille i görünüşte İslami bir keramet hikayesine dönüştürerek okuyucuya yansıtmaktadır. Bu menkıbeler , eğlenmek için okunan rasgele uydurulmuş masallar değildir. Onların gerçek olduğuna inanılarak büyük bir huşu içinde okunur.Bu yüzden yarı-mukaddes metinlerdir. Böyle oldukları için yazıldıkları tarihlerden günümüze kadar -küçük değişiklikleri dışında –hiç bozulmadan yazılmış ve okunmuşlar , tesirlerini azaltmamış artırmışlardır.
Anadolu Aleviliği ile İran ve Irak Şiiliği birbirinden farklıdır. Menakıbı Hacı Bektaş Veli, Vilayetname-i Hacım Sultan , Vilayetname-i Otman Baba’da , Şiiliğin temel esası olan Hz Ali ve on iki imam kültünün fazla kuvvetli olmayan ifadelerle yer bulabilmesi , ismi zikredilmeyen diğerlerinde bu konuda tek satır dahi bulunmaması altı çizilecek bir husustur. Bu konuyla alakalı yazılan satırlarında 15. yüzyılın ikinci yarısındaki yoğun şii propagandası etkisiyle yazılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat Şiilerin yoğun propagandalarına rağmen Menakıpnamelerde H.z Ali ve on i ki imam hakkında çok sınırlı ifadelerde bulunması hatta menakıpnamelerin çoğunda hiç bulunmaması Şiiliğin Anadolu Aleviliğini etkileyemediğini veya bu etkinin çok sınırlı kaldığını göstermektedir. Böylece , Bektaşi ve Kızılbaş zümrelerinin tam olarak ancak Safevi propagandasıyla şii inanç motifleriyle tanıştığı ve benimsemeye başladığı gerçeğinin ortada olması Anadolu Türk heterodoksisine vücut veren ana faktörün Şiilik değil , İslam öncesi Türk inançları olduğunu ifade ediyor.
Sözlük anlamına göre Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse demektir. Alevilik ise genel olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun soyunun yani Ehli Beyt’in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir.
Ancak bugün için dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı Alevi grupların her biri için Alevi ve Alevilik sözcüklerinin ifade ettiği anlamlar da farklı olmaktadır. Ülkemizde bugün yaygın şekilde Alevi olarak adlandırılan kitleler için kaynaklarda birçok ismin kullanıldığını söyleyebiliriz. Anadolu’daki Alevi kitleleri nitelemek üzere kaynaklarda, kızılbaş, rafızi, ışık, mülhid ve torlak gibi adların kullanıldığını görmekteyiz. Bunlardan en çok kullanılanı Kızılbaş adı olmuştur. Anadolu Alevileri kendileri için çok anlamlı Kızılbaş adının, toplumda tarihin bazı dönemlerinde ahlakdışı anlamlar yüklenerek, sünni kitlelerce kullanılması sonucunda bu kullanım oldukça azalmıştır.
Bugün Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Tahtacı, Çepni, Amucalı, Bedrettinli, Sıraç Kızılbaş gibi değişik gruplar genelde Alevi olarak adlandırılırlar. Anadolu Aleviliği, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı eski inançların İslami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk İslami yorumudur.
“Alevi ” tabirinin kullanılmasına gelince : 10. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya gelen Türkmen dervişler ve heteredoks yapı arz eden inançları Hacı Bektaş Veli’nin çalışmalarıyla “ Bektaşilik “ adı altında gelişti.Çepni , Kızılbaş , Sıraç , Tahtacı , Nalcı , Türkmen , Çaylak gibi bölgesel isimler kullansalar da genel isimleri 1826’da kapatılıp yasaklanana kadar “Bektaşilik” olarak kullanılmıştır. Dergahlarının II. Mahmut tarafından kapatılıp yasaklanmasıyla bu günkü manada kullandığımız “Alevi ” tabiri yoğun olarak kullanılagelmiştir.
Genel olarak ifade etmek gerekirse Bektaşi sözcüğü de yukarıda değindiğimiz kitleler için kullanılmıştır. Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’ye dayanılarak kurulmuştur. Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden bağımsız olarak ele almak bugün gelinen noktada tarihsel ve sosyolojik açıdan mümkün görünmemektedir. Her iki terim de zaman zaman birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Prof. Melikoff’un da belirttiği gibi “Alevilik, Bektaşilik’ten ayrılamaz. Çünkü her iki deyim de aynı olguya, Türk halk İslamlığı olgusuna bağlıdır.”Alevilik ve bektaşilik, inanç ve ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar. En temel farklılık, Bektaşi kitlelerin daha çok şehirde yaşamalarına karşın, Alevilerin göçebe/yarı göçebe çevrelerde yaşamaları şeklinde ortaya çıkmış sosyal bir farklılıktır. Ancak tarihsel olarak doğru olan bu sosyal farklılık günümüzde anlamını yitirmeye başlamış, “Alevi” adı daha yaygın olarak kullanılır olmuştur. Bugün genel olarak Alevi olarak adlandırılan kitleler üç dinsel gruba bağlıdırlar:
• Ocakzade Dedeler
• Çelebiler
• Dedebabalar
Bu üç gruptan Anadolu’da en fazla etkinliğe ve nüfuza sahip olan Ocakzade Dedeler’dir. Daha sonra Çelebiler gelir. Dedebabaların ise Anadolu’da nüfuzları zayıftır, Balkanlar’da daha etkindirler.
Hacı Bektaş Veli ve manevi evlatları tarafından kurulmuş olan İslami esaslarla beraber eski Türk dini inanış ve geleneklerinin de olduğu anlaşılan Bektaşi Tarikatı , Balım Sultan tarafından teşkilatlandırılmıştır. Balım Sultan (ö.1516) tarikatı teşkilatlandırmış ve teşkilatın belkemiği hükmünde olmak üzere mücerretler topluluğu oluşturmuştu. Mücerretlik v.b. etkileri Balım Sultan’ın Hıristiyan olan annesinden aldığını daha önce söylemiştik. Fakat Balım Sultan’ın Bektaşiliği etkilediği hususlardan , genelde köylerde yaşayan Aleviler çok fazla etkilenmemiştir.
Bu günkü Alevilik ve Kızılbaşlık hakkında fikir vermek açısından Aşık Mahsuni Şerif ‘in kendisi ve Alevilik -Kızılbaşlık ile söylediği sözler önemsenmesi gereken sözlerdir:
Hem Alevi hem Kızılbaş’ım diyerek sözlerine başlayan Aşık Mahsuni Şerif şöyle devam eder: Alevi ibadethanesine ad olan Cem sözcüğünün Türk anadilinin demirbaşlarından olduğunu sanmıyorum. Ancak Cemaat, Cemahire kavramlarının Arapça’dan sekizinci yüzyıl ortalarında Göktürk ve Oğuz, Karahan dillerine geçtiğini, kitabelerinde yer aldığını düşünmekteyim. Bunun eşiti olan kavram, Şaman Türklüğünde Halaka (birbirine bakan halka)dır. Bir anlamda; birliktelik çemberi, inanç çemberi gibi.
Kaldı ki, Cumhuriyet sözcüğünün kökünde de, bu küçücük sözcüğün anahtar olduğunu iddia edebilirim. Cemlerden, halakalardan teşekkül etmiş İslâmi ülkelerde siyasi bütünlüğe Cemahiriyye tapşırmasının bu kaynaktan ileri geldiğine hükmediyorum. Bu küçük pencereden yola çıkarsak, “Cami” gerçeğinin de pınarına buradan ulaşılacağını sanıyorum.
Zira Cami, Cem olunan halk olma istencesiyle, İslâmi harekette bir buluşma noktası olmuştur. Ancak İslâm peygamberi Muhammed’in, ölümünden sonra makamına talip olan “Halefleri” arasında yaşanan “Hilâfet” handikabı içinde cem ve cami asıl amaçlarından uzaklaştırılmıştır. Ali’nin Cumhuriyetçi mantığıyla, Emevi’nin, Ehl-i Sünnet ve Cemaat terkibi çatıştığından, cem ile cami ayrı ayrı platformlarda düşünülmeye başlanmıştır. Anadolu Türklerinin, Müslümanlığı Ali’yle, yani Alevilikle kabul etmiş olması, 12. yüzyıldan itibaren Cem’e yönelmeyi tercih etmesi anlamına gelmektedir.
Alevilikle kabul etmesi dememdeki dayanak noktası şudur: Muaviye ve oğlu Yezid döneminde, Türk devletleriyle Emevi hükümranlığı arasında, sınır ve siyaset ihtilaflarının olduğu bir gerçektir. O güne kadar İslâmı tanımayan Türk, Kürt ve Pers halk yığınları; Budist, Brahmanist, Maniheist ve Şamanist din gelenekleriyle haşır-neşirdiler. Doğu Türkistan’dan Özbekistan, Moğolistan ve Çin’e kadar bu dinler hakimdi. Arap yarımadasına sahip olan İslâmiyet’in Muaviye gibi her şeyi mubah gören ikiyüzlü bir halifesine tek muhalif Hz. Ali olduğuna göre; ve Emevilerin mukayesesini yapan Türkler ile komşuları, İslâmiyet’i Ali Müslümanlığı olarak algıladılar. Bir başka deyişle, Müslümanlığı Alevi olarak kabul ettiler. Ancak Selçuklu döneminde, Şam’dan ve Bağdat’tan akan Nakşibendi tarikatının göçü, Anadolu’da yerleşme çabasındayken, Türkistan’dan kaynak bulan başka bir Anadolu düşüncesi, Babaî, karşı hareketinde görülür. Buradan da, Baba İlyas, Baba İshak gibi Şaman Türklerinin gayretinde bir Hacı Bektaş’ın zuhur ettiğini görürüz.
Anadolu’da yaşayan bütün etnik yığınlar ve onların bulunduğu dinsel görünümle Bektaşilik ve Alevilik barış içindedir. Başta Ali’nin camide şehit edilmesi, Ali şiasının camiyle arasını açmıştır. Hem öyle olmuştur ki, İslâm dinini kuran, yaşatan ve 12 evladını şehit veren Ali ve oğulları hakkında aynı camilerde lanet okutulmuş, Ali’yi seven ve Onun Ehl-i Beyt’ine gönül bağlayan hemen her toplum ve her ülke, Emevi ve Abbasi hükümdarlarından aldıkları buyruklarla kılıçtan geçirilmiştir.
Ancak bu, Türk boylarına bir diş geçiriş olamamıştır. Çünkü Osmanlılar, Şeyh Edebali gibi bir Bektaşi’nin himmetiyle Anadolu topraklarında hakimiyetlerini ilan ettiklerinden, asıl adı Otman olan Osman Gazi bile Bektaşi gülbankları arasında kılıç sallayıp, Şahı Merdan’ı Tevhit etmiştir.
Sözü şuraya getirmek istiyorum: Yukarıdaki sözlerimin girişinde söylediğim Cem ve Halaka sözü en çok Osmanlı döneminde anlam kazanmıştır. Yani insanın insanı kıble edinmesi, ancak Cem terkibiyle mümkün olmuştur. Dikkat edilirse, Medine’de ve Mekke’de, Beytullah’a atfedilen ziyaretlerin tümünde Halaka dediğimiz Cem tablosu yaşanır. On binlerce mümin çember halinde birbirine bakarak dua ederler. Orada kuzey-güney, doğu-batı gibi farklı yönler silinir. Kuran’ın, peygamberin buyruklaştırdığı Hac şekli böyle resmedilir. Aleviliğin her ibadet ünitesinde zaten bu yaşarır.
Bir dairenin iç yüzünün her noktası aynı intizam içinde birbirine kıbledir. Aslında 21. yüzyıl belki de ta o günden hedeflenmiştir. İnsanın, insan görünümünde Hakk’ı hedef etmesi, dört kitabın dördünde de secdenin Adem’e olması; bölünemez, tahrip edilemez bir Allah buyruğudur.
Ben, Allah adına insana secde etmeyi yeğlemekteyim. Bir Alevi çocuğu değil, bir Hıristiyan ya da Musevi de olsam böyle düşünmekteyim. Buradan, Zerdüşt’ten, Brahma’dan önce Allah’ın var olduğunu düşünmek için Müslüman olmanın mecburiyetine dahi inanmıyorum.
Aslında hiçbir peygamber ve hiçbir kutsal kitabın Allah’a inananlar için indiğini sanmıyorum. Zaten inme sözcüğü ilginçtir. İnişler bir yüksekliğin varlığını (fizik olarak yüksekliği) ifade eder. Oysa ki ben, bu anlam dışındaki bütün yücelikleri kendi değerleriyle düşünmüşümdür. Yani bulutların, atmosferin, ozonlar yığınının ötesine hiçbir Tanrı aramadım. Onlardan daha yüce insan âleminin sevgisinde, gönlünde, bütünlüğünde ve doğanın her güzelliğinde beni Yaradan’ı arayıp, keyfime göre isimlendirdim. O’na “gül” dedim, “Ali” dedim, “Veli” dedim; ağzıma ve gönlüme, gözüme güzel gelen her şeye O’nun adını verdim. Bana bunu haram edecek her yasaya, her bilirkişiye, her dinsel nas’a (insana) rest çekmekteyim.
Çünkü aynı şeyi Hz. Ali ve O’nun yolunda yürüyen İmamlara ilaveten Hacı Bektaş Veli yapmıştır. Hatta bütün hırsına, şevkine rağmen Mevlana yapmıştır. Ahi Evren yapmıştır. Nesimiler, Hallaçlar, Pir Sultanlar yapmıştır. Neden Mahzunîler de yapmasın ki!?. .
Ali’nin kendi kişiliğinde yaşayan Alevilikle, İran, Suriye, Pakistan ve Mısır Şiiliğinde yaşayan Alevilik aynı değildir. Bunun içindir ki, tutarlı Alevilik, Ali misyonunda yatan Aleviliktir. Bu, Anadolu Aleviliğidir. Arap mantalitesinde yatan Alevilik, hilafet sürecinde yaşayan sosyolojik dengesizliğin ve Emevi hırsının ürünüdür.
Ali, kendisinden önceki Halife-i Ruyi zemin totaliterliğine karşı, devrimci ve çağdaş mantığını işletmiş, o günün anlamındaki demokrasiyi gündeme taşımıştır. Kamuoyuna dikkat çekmiş ve tek egemenliğin halk ve halaka seçiminden geçmesini savunmuştur. Bundan doğan ateşlemede de Gadir-Hum’da, Sıffın’da öne sürülen savların tümü kanla bastırılmış, Ali ve oğullarına olan husumet bugüne kadar intikal etmiştir.
Bu konuyu gözleyen ve izleyen Türki devletlerle, İran’da yaşayan Zerdüşti Kürtlük âlemi, Ali’nin getirdiği modele diyalektik olarak sıcak bakmışlardır. Ben, burada kendimi bir tarihçi olarak sergileyemem. Ancak tarihi iyi okuyan ve merak eden bir kişi olarak Türkiye Alevilerinin yolunun gerçek Alıcı yol olduğunu savunmak ve yaymak isterim. Çünkü Ali’nin başlattığı Cemahirel vukuat, Atatürk’ün noktaladığı Cumhuriyetin mayasını hazırlamıştır. Ve bunun içindir ki Anadolu Alevileri, çağdaştır, bölüşümcüdür, demokrattır, hukuk severdir, barışsever sağduyulu bir toplumdur…
Ali, halifelik mücadelesi vermekle, aydınlarımız (!) tarafından zaman zaman suçlansa dahi, bunun böyle olmadığı gün gibi açıktır. Ali, halifeliğe son vermek isteyen ilk halk adamıdır. 12 evladı da aynı sav üzerinden telef olmuştur.
Namaz kılarken hiçbir kimse, “Müslümanım” diyen biri tarafından öldürülmez. Burada Ali’yi şehit edenler, “Müslüman” idiyseler, bugünkü Sünni âleminin mensubu dostlarımız, O’nu vuranların Müslümanlığıyla nasıl gurur duyabiliyorlar?
Haşimoğullarıyla, Ümeyyeoğulları “amca” çocuklarıdır. Yani Muaviye, ve oğlu Yezid ile Hz. Ali (r.a.) aynı dedenin son halkalarıdır. İki amca oğlu arasında yaşanan bu mücadele ve bu mücadelenin yarattığı yapı, bunların yardakçıları tarafından niçin bugüne malzeme edilmiştir? Onu bir türlü çözmüş değilim. Böyle bir dengesizlik önünde gerçeğe varmak için Alevi ya da Sünni olmanın hiç mi hiç önemi yoktur.
Hatta buna rağmen şunu önemle ve yürekle söylemek istiyorum: Eğer Ali’yi sevmenin, Ali otoritesine bağlı olmanın, kısaca; Alevî olmanın yücesinde bir yerler olsa, adının içinde yedi dinli münafıklık bile olsa, ben Alevilikten istifa eder, derhal o olurum. Elhamdülillah Aleviyim, Kızılbaşım ve de laikim, ilericiyim, çağdaşım. Bu duygular ve bu misyon içinde bütün dünya halklarını selamlıyor, bütün Alevileri kucaklıyor, Sünni yiğit yüreklere niyazlar gönderiyorum.