Mutezile’nin Diğer Görüşleri

1-Kur’ an’ın Kerim’in mahluk olup olmaması:

Mutezile , Kur’an’ ın yaratılmış olduğunu iddia etmiştir. Bu iddiaya onları sevk eden temel sebep ise prensiplerinden olan “tevhid” ilkesidir. Mutezile’ye göre Allah’ın sadece zatı kadimdir. Allah’ın zatı dışında O’na kadim bir sıfat izafe edilirse, tevhid sistemi bozulur. Çünkü Allah’ın zatı dışında başka kadim varlıkların  varlığını kabul etme manası çıkar. Halbuki Allah haricinde hiçbir varlık kadim değildir. O halde Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı Kerim’de kadim olamaz. Bundan ötürü Kur’an’ın yaratılmış olması zorunludur.

Ayrıca Allah’ın kelamı olan Kur’an harf ve sistem meydana gelmektedir. Böyle bir şey ise ya cisimdir , ya arazdır. Ne cismin ne arazın kadim olmadığı malumdur. Allah istediği zaman , zatının haricinde olan mahalde yarattığı kelamla konuşur.[1]

Allah’ın kelamını mahluk sayan Mutezile’ye karşı Ehli Sünnet okulları olan Eşari ve Maturidi okulları amansız hücuma geçmiştir. Özellikle Eş’ari temsil ettiği Kelam cerayanını benimseyenler , Allah’ın kelamının kadim olduğunu ispatlamaya çok fazla gayret göstermişlerdir. Hatta Mutezile’nin Allah’ın kelamı olan Kur’an’ın mahluk olduğu hakkındaki fikirleri ,Tevrat’ı yaratılmış sayan Yahudilerden aldıklarını ileri sürmüşlerdir. Eş’ari’ye göre Allah’ın kelamı hadis olamaz. Eğer hadis olsaydı , kelam ya Allah’ın zatında ya zatının dışında veyahut kendi kendine kaim olurdu. Allah’ın kelamı zatında hadis olamaz. Zira Allah’ın zatı olaylara mahal olacak bir yerden değildir. Olaylar daima değişir .Allah’ın zatı ise değişkenlikten münezzehtir. O halde , Allah kelamı Allah’ın zatında hadis olmadığı gibi , zatının dışında hadis olmuştur diye bir iddia da ileri sürülemez. Çünkü böyle bir iddia , Allah’ın kelamı ise O’ndan gayri bir varlığı emir vermiş ve nehy etmiş olmasını icap ettirir. Bu ise mantıksız bir düşünce olur. Son olarak Allah’ın kendi kelamını kendi zatı dışında , yalnız başına kaim olmak üzere yaratmış olması tezi kalıyor. Bu tezinde doğruluğu kabul edilemez. Çünkü kelam Allah’ın sıfatıdır , sıfat bir mevsufa muhtaçtır. Sıfatın mevsufu da Allah’tır. O halde Allah’ın kelamı hadis değildir. O ancak kadimdir. Eş’ari bu düşüncesine “Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman , sözümüz ancak ona ol(kün) dememizden ibarettir.”[2] Mealindeki Kur’an’ın ayetini gösterir.

Ayette ifade edildiği gibi yaratılan şey , Allah’ın “kün” emri ile hadis olmuştur. ”Kün” emri ise , Kur’an-ı Kerim’in nasslarından bir parçadır. Demek ki yaratmadan önce Allah’ın kelamı mevcuttu. Çünkü Allah’ın ayetleri ile “kün” sözü aynı mahiyeti taşır. Mutezile bu fikirleri kesinlikle reddeder. Bu fikirlere karşı Allah’ın bazı ayetlerinin mensuh olması gerçeğinden hareket eder. Bu gösterir ki Kur’an kadim değildir. Çünkü kadim olan bir şey neshe dilemez ve yok olamaz.

Diğer bir mantıki delil olarak şu fikri ileri sürer: Eğer Allah’ın kelamı kadim olsaydı Allah , insanlar ve diğer yaratıklar yok iken emir verici ve nehy edici olurdu. Böyle bir hal ise Allah’ın şanına yakışmaz ve O’nun hakkında hafiflik olurdu. O halde , Allah’ın kelamı Mutezile’ye göre kadim değildir. Kendi davalarını ispatlamak için bazen nakli delillerde getiriler. ”Biz onu anlayasınız diye Arapça bir Kur’an yaptık “ ayetini davaya delil gösterirler. Bu ayeti te’vil ederek yapmak manasına gelen “cealna” fiilini “yaratmak” anlamında yorumlarlar. Görülüyor ki , Mutezile kendi davasını ispat için genelde akli , bazen de nakli delilleri te’vil yoluyla almış kullanmıştır. Kur’an’ın mahluk oluşu tevhid sistemlerinin gereği olarak ehli sünnet ekolleriyle sürekli tartışma konusu olmuştur.[3]

2-Akıl ve Nakil Meselesi:

Mutezile , İslam tefekkür tarihinde akla en çok önem veren okullardan başta gelenidir. Ebu’l-Hüzeyl (ö.H.235/M.849) “Akıl “ ilim kazanma ve insanların kendisini başka yaratıklardan başka yaratıkların da birbirinden ayrılma meselesidir, der. Cübbai ise, aklı ilim diye anlayarak şöyle tarif etmiştir: ”İnsan, aklı ile delinin işlemekten çekinmeyeceği fiilleri yapmaktan kendisini muhafaza eder.”

Mutezili düşünürler , İslam’ın temel prensibi olan Allah fikrinin ve O’nun şer’i tekliflerin ancak akılla öğrenebileceğini iddia ederler. Onlar akılla nakil arasında bir çelişme olduğu zaman , nakli akla uydurmaya çalışmışlardır. Bunun içinde takip ettikleri yol , daima te’vil metodu olmuştur.

Mutezile’ye göre şeriat bazı şüpheli fiillerin ahlaki bakımdan tespitinde rol oynar. Yine şeriat , bazen aklın halledemediği teferruata dair meseleleri de halleder. Şeriat akılla bilinenleri tamamlar ve açıklar.[4]

3-Allah’ın Görülüp Görülmeme Meselesi:

Tevhid ilkesi gereği olarak , Allah’ın bir olduğu ve benzeri bulunmadığı esasından hareket ederek , Allah’ın ahrette gözle görülmeyeceğini iddia ederler. Çünkü onlara göre Allah cisimlere benzemez. Gözle görünen şey , cisimlere bir bakımdan benzemiş sayılır. Allah’ın gözle görüleceğini söyleyenler , O’nu cisimler gibi görülecek bir varlık olarak vasıflandırmış olurlar. Bu tevhid ilkesine zıt olduğu içindir ki Allah’ın gözle görülmesi mantıki olarak imkansızdır. Bu akli delilin yanında  şu nakli delili de ortaya koyarlar: “O’nu gözler idrak edemez , halbuki O gözleri idrak eder”[5]

Ehli Sünnet ise , Allah’ın ahrette  gözle görüleceğine inanır. Delil olarak ta , “Yüzler vardır , o gün taptazedir, Rablerini görecektir.”[6] Mealindeki ayeti gösterir. Bu görüşlerini ayrıca şu ayetlerde de teyid ederler: “Rabbim kendini bana göster, seni göreyim”[7] ,”Allah arz ve semavatın nurudur.”[8] Bu son iki ayetin birisinden Hz. Musa’nın Allah’ı görmek istediğini anlamaktayız. Peygamber olan Hz. Musa’nın imkansız olan bireyi istemeyeceği meydandadır. Diğer ayetler ise, Allah’tan “nur” diye bahsedilmiştir. Nur ise şüphesiz gözle görünür. Dolayısıyla bu da Allah’ın gözle görüleceğini ispat eden delildir.

Mutezile ise, ehli sünnetin delillerini tevil ederek Kur’an’da geçen “lenterani” kelimesini sürekli kabul eder ve ne dünyada ne ahrette Allah’ın gözle görülemeyeceğini iddia ederler.[9]

4-Fiillerin Güzelliği , Çirkinliği ( Hüsun , Kubuh )

Mutezile’ye göre Allah’ın şeriattan önce akılla bilinmesi icap eder. Hatta onlar , bir şeyin iyi veya kötü olduğunun aklen bilinmesi lazım geldiği tezini savunurlar. Derler ki : Olaylar arasında sebep netice ilişkisi vardır. Allah hikmeti icabı , bir şeyi diğer şeyin sebebi olarak yaratmıştır. Kainatta olanlar sebepsiz meydana gelmezler. Akıl bu sebepleri ve bir şeyin iyi veya kötü olduğunu tayin etmeye muktedirdir. Şeriat ise , aklın bulabileceği iyi veya kötü şeyleri sadece tespit eder. Mutezile’ye göre akli olgunluğa ulaşmış kimse , herhangi bir şeyin bizatihi iyi veya kötü olduğuna şeriattan önce tayine muktedirdir. Maturidi ve Eş’ari ise bu fikre itiraz etmiş ve bütün dini vazifelerin sem’i olduğunu söylemişlerdir. Akıl hadisleri ve dini kuralları zaruri kılmaz , hiçbir ameli , iyi veya kötü diye bildiremez. İlahi emirlerin iyiliği ve kötülüğü akılla değil şeriatla bilinir. Bir şeyi Allah emrettiyse iyidir , eğer bir şeyi Allah nehy etmişse , o şey kötüdür.[10]

Maturidi , bu konuda Mutezile ile Eş’ari arasında , fakat Mutezile’ye daha yakın görüşleri ifade eder. Ona göre bir şey kendi zatı itibariyle ya iyidir veya kötüdür. Akıl bir şeyin iyi veya kötü olduğunu bilebilir. Hüsün ve kubuh konusunda aklin ve naklin oynadığı rolü şöyle özetler:

a.)    Şeriata ihtiyaç kalmaksızın , sadece akılla iyiliği bilinen şeyler,

b.)    Yine Şeriata ihiyaç olmaksızın , akılla kötülüğü bilinen şeyler ,

c.)    İyiliği veya kötülüğü şüpheli olan şeyler .Bu gibi şeyler akılla halledilemediği için ancak şeriatta bilinir.

Maturidi, teklifin akıl yoluyla değil , ilahi emirle vacip olduğu inancındadır. Halbuki Mutezile’ye  göre , bir şeyi yapmak veya nehy etmek aklın teklifi olur.

Mutezile Allah’ın fuzuli bir iş yapmadığını , her fiilinde bir hikmet bulunduğunu ve bütün fiillerini hikmeti icabı işlediğini söylemiştir. Allah’ın hikmeti , kullarına en iyiyi (aslahı) yapmasını icap ettirir. Eğer Allah kulları için en iyi olan şeyi yapmazsa cimrilik ve hafiflik etmiş olur. Böyle bir durum ise , Allah ‘ın kulları için salah olanı işlemesi vaciptir.

Mutezile’nin bu akılcı tutumu , yine Eş’ari muhalefeti ile karşılaştı. İmam-ı Eş’ari’nin Mutezile’den ayrılmasının temel sebebi olan “üç kardeş” meselesi ile Mutezile’nin tezi çürütüldü. Bu üç kardeş faraziyesi şu idi: Büluğa ermemiş ve İslam fıtratı üzerinde ölmüş bir çocuk düşünelim. Keza bunun gibi büluğa ermiş bir Müslim ile büluğa ermiş bir kafiri düşünelim. Ahirette, İslam’ın icabını yerine getirmiş olan büluğa ermiş Müslim kimsenin durumunun iyi olacağı ve sevap göreceği meydandadır. Bu kimsenin manevi derecesi, şüphesiz büluğa ermeyen Müslim çocuğun derecesinden daha üstün olacaktır. O vakit Müslim çocuk Allah’a şöyle bir soru tevcih edebilir: ”Ey Rabbim !  Eğer bana ölmeden önce büluğa erdirecek fırsat verseydin , senin yolunda çalışır derecemi yükseltirdim” mealinde sözler sarf edebilir. O zaman bu çocuğa Allah tarafından şöyle cevap verilebilir. ”Eğer sen daha fazla yaşasaydın günah işlerdin. Senin hakkında erken ölmek en hayırlısı idi.” Bu durumla ilgili olarak   büluğa ermiş olan kafir şöyle bir itirazda bulunabilir. ”Ey Allah’ım ! Beni cehenneme attın ; eğer beni de Müslim çocuk gibi erken öldürseydin , günah işlemek fırsatını bulamazdım ve şimdi de cehennemde yanmaktan kurtulurdum.[11]

İşte hocası Cübbai’ye “üç kardeş” meselesini soran ve Cübbai’nin sustuğunu gören Eş’ari Mutezile’den kopmuş ve ehli sünnet kelam ekollerinden birisinin kurucusu olmuştur. Bu konuda Maturidi Allah’ın fiillerini bir hikmete göre hareket etmek mecburiyetinde olmadığını da ilave eder. Çünkü Allah müriddir, hürdür ve istediğini yapıcıdır. Mecburiyet fikri , Allah’ın irade hürriyetine uygun gelmemektedir.

 


[1] Eş’ari , Makalat el-İslamiyyin , c.1 ,s.191-193

[2] Nahl, 16/40

[3] Bağdadi , ag.e. , s.68 ; Cürcani , Şerh el-Mevakıf , s.620-621, İstanbul 1286 ; Işık Kemal , a.g.e. , s.77

[4] Şehristani , a.g.e., c.1 ,s.62,102 ; Bağdadi , a.g.e. , s.70

[5] En’am , 6/103

[6] Kıyamet , 75/22-23

[7] Araf,7/139

[8] Nur, 24/35

[9] Şehristani , a.g.e. , c.1 , s.45 ; M. Ebu Zehra , a.g.e. , c.1 ,s.191

[10] Şehristani , a.g.e. , c.1 , s.167

[11] Gazali, el-İktisad fi’l İtikad, s.184-185 ; Işık Kemal, a.g.e. , s.78 ; Gölcük Şerafettin –Toprak Süleyman , a.g.e., s.228

Yorum Ekle