Müslümanlar Arasındaki Dini ve Siyasi İhtilaflar

Abdullah b. Abbas ‘ tan rivayet edilen bir hadise göre : Hz. Peygamber ‘ in vefatlarına sebep olan hastalıkları şiddetlendiği zaman , yanında bulunan ashabına : “Bana kağıt kalem getirin , size son vasiyetimi yazdırayım ki , benden sonra ihtilafa ve sapıklığa düşmeyeseniz “ dedi.[1] Bunun üzerine orada bulunanlar arasında birtakım ihtilaflar baş gösterdi. Onlardan bazıları , Peygamber’in bu sözlerinin ancak geçirmekte olduğu hastalığın şiddetinden hasıl olan ateşin veya geçirmiş olduğu krizin tesiriyle söylenmiş olabileceğini , esasen kendilerine Kuran ve Sünnet’in rehberlik edeceğini , binaenaleyh böyle bir şeye lüzum olmadığını [2] söylerken , diğer bir kısmı da onun bu emrinin yerine getirilmesinde ve vasiyetin yazıyla tespit edilmesinde ısrar ediyordu. Peygamber’in huzurunda yarılan bu münakaşanın büyümeye istidat gösterdiği ve gürültülerin çoğaldığı bir anda , bazı sahabeler ; “Acaba Peygamber bunları gerçekten hastalığın tesiriyle mi söyledi ? … kendisine bir daha soralım “ diyorlardı. Aynı haberde yapılan bu istifsarın sonucunda Peygamber’in kendilerine :”Beni kendi halime bırakın , benim şimdi bulunduğum yer , sizin beni çağırdığınız yerden daha iyidir” ; başka bir rivayette  de “Yanımdan uzaklaşın , benim yanımda münazara etmek uygun değildir.” [3] dediği ve daha sonra da kendilerine üç vasiyette bulunduğu , bunlardan birisinin Arap Yarımadası’nda hiçbir gayri Müslimin ikametine müsaade edilmemesi , diğerinin çeşitli kabileler tarafından gönderilen elçilerin kendi zamanında olduğu gibi hürmetle , nezaketle karşılanmaları ve kendilerine layık şekilde ağırlanmaları  , üçüncüsü ise ravisi tarafından unutulduğu veya kasden söylenmediği zikredilmektedir.[4]

İşte bu rivayetleri daha sonraları ehli sünnet ile Şiiler arasında büyük ihtilaf konusu olmuştur. Şiilere göre  , Hz. Peygamber kalem kağıt istemekle , vasiyetini yazdırmak istemiş ve Ali’nin kendisine halef tayin etmiş olduğunu anlatmak istemiştir. Ehli sünnet ise , bu konuda Hz. Peygamber’in o sıradaki haleti ruhiyesinin tesiri altında bu sözleri söylediğini  , Kur’an-ı Kerim’in tamamlanmasıyla yeniden kaydedilecek bir şey kalmadığını , esasen  “…bugün size dininizi tamamladım “ [5] ayetinin bunu teyid ettiğini , bu itibarla Hz. Ömer’in Peygamber’in fazla rahatsız edilmesini istemediğini söylemek suretiyle Şiilerin tezini çürütmeye çalışmışlardır.

Ayrıca Hz. Aişe’den gelen ve Peygamber’in son saatlerinde herhangi bir talimat veya bir halef tayin etmediğine dair diğer bir haberde ehli sünnetin bu görüşünü te’yid eder mahiyettedir.[6] Rivayetin başka bir varyantında  da Hz. Peygamber’in ancak Kur’an-ı Kerim ‘i  vasiyet ettiği bildirilmektedir.[7]

Hz. Peygamber’in çok genç ve tecrübesiz olan Üsame b. Zeyd (Ö.h..54/M.673)‘i Suriye seferine çıkacak İslam ordusunun kumandanlığına tayin etmesi , Müslümanlar arasında hoşnutsuzluk meydana getirmişti. Onun dirayet ve kudreti hakkında şüphe ediliyordu.Özellikle ordu daha sefer hazırlığı ile meşgul iken Peygamber’in ani hastalığı Müslümanların endişesini bir kat daha artırmıştı. Bu durumu öğrenen Peygamber , şiddetli rahatsızlığına rağmen minbere çıkarak Müslümanlara : “Üsame’nin hakkında   söylediklerinizi , daha önce onun babası Zeyd[8] hakkında da   söylemiştiniz , eğer babası tayin edildiği vazifeye layıksa, Üsame’de onun kadar bu göreve layıktır” dedi.Bundan sonra evine dönen Peygamber’in hastalığı daha da ağırlaştı. Ashab şaşırmıştı. Bir kısmı Peygamber’in emrine uymayı tavsiye ederken , bir kısmı da Peygamber’in hastalığı arttı , onu nasıl bu halde bırakıp gideriz ; bir müddet daha neticeyi bekleyelim , diyorlardı.Fakat Hz. Ebu Bekir’in , Peygamber’in emrine uyulmasının zaruri olduğu fikri üzerinde ısrar etmesi , onun emrine uymanın her zaman hayırlı ve bereketli sonuçlar verdiğini açıklaması üzerine Üsame ordusu hareket etti.[9]

Hz. Peygamber (ö.H.11/M.632) vefat edince Müslümanların bir kısmı korku ve ümitsizliğe kapıldılar. Hatta bazıları onun öldüğüne ve ölebileceğine inanmak istemiyorlardı. Hz. Ömer gibi önemli bir isim bile , kendisini bu cereyana kaptırmış ve büyük telaş ve heyecan içinde şöyle diyordu : “Kim Hz. Muhammed öldü derse , onu kılıcımla öldürürüm. O ancak Meryem ‘in oğlu İsa‘ nın göğe kaldırılışı gibi semaya yükseltmiştir.”Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir derhal işe müdahale ediyor ve minbere çıkarak mescitte toplanan Müslümanlara , Peygamber’inde diğer insanlar gibi öleceğini bildiren şu ayeti okuyor ; “Ey Muhammed ! Şüphesiz sen de öleceksin , onlar da ölecekler “[10] ve şöyle diyor:

“Kim Muhammed’e tapıyorsa , bilsin ki O artık ölmüştür.Kim Muhammed’in Allah’ına ibadet ediyorsa  , bilsin ki O ölümsüzdür , diridir.”[11]

Ve hemen arkasından da ;

“Muhammed ancak bir Peygamberdir . Ondan önce de Peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse topuğunuzun üstünde geriye mi döneceksiniz ? Geriye dönen , Allah’a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir”[12] ayetini okuyordu.

Hz. Ebu Bekir’in bu sarsılmaz inancı ve kudreti sayesinde Müslümanlar mutlak bir şaşkınlık ve sapıklıktan kurtulmuş oluyorlardı. Hatta Hz. Ömer, “Ebu Bekir bu ayeti okuyuncaya kadar , sanki daha önce onu hiç duymamış gibiydim” demekten kendisini alamamıştı.[13]

Hz. Peygamber’in defnedileceği yer konusunda da ihtilaf edildi. Ashaptan bazıları , bilhassa muhacirlerin ileri gelenleri onun doğduğu , büyüdüğü , kendisine ilk defa risaletin tebliğ edildiği İsmail (A.S.) gibi ecdadının son ikametgahı , özellikle Müslümanların gece gündüz teveccüh etmiş oldukları Beytullah’ın bulunduğu yer olması sebebiyle Mekke’ye defnedilmesinde ısrar ediyordu.Başka bir grup ise , ceddi Hz. İbrahim’in ve diğer peygamberlerin defnedildiği yer olması gerekçesiyle Kudüs’ e gömülmesini istiyordu. Münakaşaların büyüdüğü bir sırada Hz. Ebu Bekir’in müdahale edip Peygamber’in “Peygamberler ancak öldükleri yere defn edilirler” [14] hadisini okuması ile Müslümanlar sükunet buluyor ve ittifakla Hz. Peygamber’in vefat ettiği yer olan Hz. Aişe’nin odasına defnediliyordu.[15]

Hz. Peygamber’ in vefatından sonra Müslümanların karşılaştıkları en önemli ihtilaf konularından biri de “İmamet” meselesi olmuştur.Ensar “Sakife Beni Saide “ mevkiinde toplanarak , imamın kendilerinden olması gerekçesiyle Sa’d b. Ubade’ ye biat etmek isterken , Kureyşliler de halifenin ancak kendilerinden olabileceğini söylüyorlardı.Üçüncü grup ise , bu mühim makamın Peygamber’in mensup bulunduğu Beni Haşim’den başkasına tevdi edilemeyeceği fikrini ileri sürerek , hilafet makamına Ali b. Ebu Talip’in getirilmesini istiyordu.[16] Bu konuda yapılan münakaşalar o kadar şiddetli oluyordu ki , hatta bir ara kılıç çekenler bile oldu.Bu durumu haber alan Ebu Bekir ile Ömer ‘in toplantı mahalline yetişmeleriyle , patlak verecek olan büyük bir badirenin önüne geçilmiş oluyordu. Zira Ebu Bekir her zaman olduğu gibi , büyük dirayet ve kudreti ile burada da duruma hakim olmuş ve toplantıda bulunanlara Peygamberimizin “İmamlar Kureyşliler arasından olur “ [17] anlamındaki hadisini okumuş ve onlardan bu hadise uyularak Kureyşlilerden birini imam olarak seçmelerini istemiştir.Bunun üzerine mesele daha fazla büyümeden ilk Hz. Ömer ‘in Hz. Ebu Bekir’e bey’at etmesiyle orada bulunanlarda bey’at etmiş ve mesele kapanmıştır.[18]

Hilafet meselesi başlangıçta halledilmiş gibi göründüyse de , gerçeğin böyle olmadığını sonraki devirler açık bir şekilde göstermiştir. İslam Tarihi boyunca Müslümanların en çok meşgul olduğu , özellikle zaman zaman devletin başına büyük gaileler açan , onu tehlikeli durumlara sokan başlıca mesele imamet konusu olmuştur.[19] Hatta, bu meseleyi devletin otoritesine karşı gelmek, onun meşruiyetini tanımamak için bir vesile olarak kullanmak isteyenlerin yanı sıra , bunu aslında tali bir mesele olmasına rağmen, itikadi bir konu haline getirmek suretiyle sırf kendi kişisel menfaatlerine alet etmek isteyen bazı insanlar her devirde olmuştur.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra bazı kişiler zekat vermekten imtina ettiler.Bunun üzerine , bunlar hakkında takip edilmesi gereken durum hususunda ihtilafa düştüler.Bir kısmı bunlarla harp etmenin doğru olmayacağını söylerken , diğer bir kısmı onlarla savaşmanın zaruri olduğu fikri üzerinde ısrar ettiler.Birinci görüşü savunan Hz. Ömer , ikinci tezin sahibi Hz. Ebu Bekir’e : “Peygamber “Allah’tan başka Tanrı yoktur , deyinceye kadar insanlarla savaşmak için emrolundum ; bunu bana söyledikleri an , benim için can ve malları dokunulmaz olur “ dediği halde sen nasıl olurda bunlarla savaşırsın ?” dediği zaman , Hz. Ebu Bekir ona cevaben .” Evet , ama Hz. Peygamber’in hemen bu hadisin ardından “Ancak hakkıyla söyleyenler “ demedi mi ? Bunu hakkıyla söylemenin bir şartı da şüphesiz namaz kılmak zekat vermektir ; [20] Onlar bu vecibelerini hakkıyla yerine getirmedikçe , bu dokunulmazlığa kavuşmuş olamazlar . Bu itibarla namaz ile zekatı birbirinden ayırmak isteyen bu gibi insanlara karşı sonuna kadar mücadele etmek , benim başlıca ödevlerimden biridir” dedi. Netice de , Ebu Bekir’ in bu rivayeti ve görüşü , gerek Ömer gerekse başlangıçta onun düşüncesinde bulunan Müslümanlar tarafından doğru bulunarak , zekat vermek istemeyenlerle mücadele edilmesi kararlaştırıldı.[21]

Yukarıda zikredilen ihtilaflar dışında bu devirde , Fedek arazisi ve Kuran’ın toplanması [22] gibi mevzularda da ihtilaf edildi.Keza daha Hz. Peygamber’in ölümünden önce ve sonra vukua gelen bazı irtidat olayları , özellikle Tuleyha b. Huveylid , Müseylime el Kezzab ve Secah bint el Haris gibi peygamberlik iddiasında bulunan [23] insanların meydan çıkması , Müslümanları bir hayli uğraştırdı. Fakat bütün bunlar o zaman ki Müslümanların azim ve gayretiyle , daha çok genişlemeye fırsat bulamadan önlendi. Esasen bu ihtilaflar daha çok fer2i ve fıkhi meseleler etrafında toplanıyordu.Dinin esası ve akidenin bütünlüğü hakkında –bazı irtidat olayları hariç- ciddi ihtilaflar yoktu.

Şimdiye kadar zikrettiğimiz bütün bu kıpırdanışlar  , her ne kadar basit görünse de Müslüman topluluğun geleceği hakkında bize ışık tutan birer belge mahiyetinde olmuştur. Hz. Peygamber , daha hayatta iken bu istikbali görmüş  ve çeşitli varyantlarla nakledilen “benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak , bunlardan bir tanesi hariç , hepsi Cehennem’e gidecektir.Kurtulacak olan benim ve ashabımın yolunda olan fırkadır.”[24], hadisini irad buyurmuş olacaktır. Daha sonraları İslam camiasında bu hadisin mana ve ruhuna uyan olayların olduğu görülecektir.

Peygamber ve onu takip eden iki halife zamanında Müslümanlar arasında hüküm sürmekte olan sükunet , birlik ve beraberlik , üçüncü Halife Osman b. Affan ‘ın müdafaasız ve muhakemesiz bir şekilde öldürülmesiyle sona erdi. Hz. Osman’ın hilafet devresi , H.23-29/M.643-649 ve 30-35/650-655 yılları arasında olmak üzere iki kısma ayrılır ki birbirine eşit olan bu iki devreden birincisini teşkil eden ilk altı yıllık süre “ iyi,sakin,güzel idare sistemi “, diğeri ise “karışıklık ve huzursuzlukla “ ifade edilmiştir.

Hz. Osman hakkındaki iddialar ne olursa olsun , böylesine feci ve haksız bir şekilde öldürülmesi , Müslümanlar arasında büyük bir anarşi yarattı. Hz. Peygamber  ve iki halife zamanında İslam Camiasında teessüs eden birlik ve beraberlik bu olayla inkıraza uğradı. Müslümanlar arasındaki ciddi ihtilaflar taraflar arasında çatışmaya kadar vardı. H.36/M.656 yılında gelen Cemel vakıasında Hz. Peygamber’in damadı Ali b. Ebi Talip (ö.H.41/M.661) ile eşi Hz. Aişe ve taraftarları harbe tutuştu.Netice de Hz. Aişe taraftarlarından Talha ve Zübeyr gibi birçok İslam büyükleri bu vakıada öldürüldü. Hz. Aişe ise , meyus bir halde Medine’ye döndü , orada münzevi bir hayata çekildi ve H.59/M.678 yılında 64 yaşında öldü.

Cemel vakasından sonra H.37/M.657 yılında Sıffin’de vuku bulan Ali ve Muaviye (ö.H.60/M.679) mücadelesi de hazin neticeler doğurdu. Bilhassa iki taraf arasında cereyan eden harbi durdurmak amacıyla hakem olarak tayin edilen Ebu Musa el Eş’ari (ö.H.60/M.657) ve Amr b. El As (ö.H.43/M.663) ‘ın hükümlerinin her ikisi tarafça da kabule şayan görülmemesi , bu mücadelenin şiddetlenmesine ve buna ilaveten de yeni anlaşmazlıklar , ihtilafların çıkmasına neden oldu.Hariciye Fırkası bu savaşın sonucunda ortaya çıktı. Şia’nın aşırı kolu olan Sebeiyye fırkası ise , daha önce ortay çıkmış , Hz. Osman’ın katlinde rol oynamıştı.

Alem’i İslam’da ortaya çıkan bu fitne hareketleri gün geçtikçe gelişti. Bu yüzden Müslümanların tertemiz kanları bol bol aktı. Önceden görülmeyen büyük günahlar işlendi.İslam’da şiddetle yasaklanmış olan cürümler açıkça işlendi.Müslümanların en kıdemli , en muhterem şahsiyetleri bu hadiselerde şehit edildi. Müslümanların birliği bozularak ufak ufak gruplara , fırkalara ayrıldılar. Bunlar birbirlerini tekfir etmekten ve lanetlemekten çekinmediler. Fütuhat faaliyetleri de bu iç çekişmeler sebebiyle durdu. Alem’i İslam’ da durum fevkalade nazikti.

Vaziyeti gören büyük İslam alimleri buna bir çare arama , bir çıkar yol bulma çabasına düştüler. Her alim işlenen büyük günahlar hakkında Kur’an ve Sünnet’e dayanarak kendi görüşüne göre hükümler verdi.Fakat verilen hükümler çelişti , düşünce ve görüşler ayrıldı ; meseleyi halledecek bir nokta üzerinde ittifak edilemedi.

İslam alimlerini son derece meşgul eden büyük günah (Kebire ) iki kısma ayrıldı:

a-)Şirk koşmak:

En büyük günah olan Allah’a şerik koşmaya, “kebire-i mutlak “ yani mutlak büyük günah denmektedir.[25] Bu günahı işleyen ebedi olarak Cehennem’de kalır.”Allah kendisine ortak koşmayı bağışlamaz , bundan dilediğini bağışlar.Allah’a ortak koşan kimse , şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.”[26] Peygamberimiz de “Allah’a ortak koşar olduğu halde ölen kimse cehennemliktir.” [27] Keza Peygamber’e soruldu: En büyük günah nedir ? Peygamber :”Allah’a ortak koşmaktır” diye cevap verdi.[28]

b-)Şirk koşmak dışında olan büyük günahlar :

Bunlar, kasden adam öldürme , zina etmek , ana baba hakkına tecavüz , yalan yere şahitlik , yetimin malına tecavüz , faiz yeme gibi fiillere uyan günahlardır.[29] Bu konuda göze çarpan husus , haksız yere insan öldürme ile zina suçuna terettüp eden günah ve cezanın , diğerlerine nispeten daha büyük olmasıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim bu iki hususu hemen Allah’a ortak koşma fiilinden sonra zikretmektedir.”O kimseler ki , Allah ‘ ın yanında başka Tanrı tutup ona yalvarmazlar , Allah’ ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar , zina etmezler …”[30] ayetinin siyakından da anlaşıldığı gibi , bu fiilleri işleyenler diğerlerine nispetle daha büyük bir günah işlemiş olmaktadırlar.

İşte bu mesele İslam toplulukları arasında tartışma konusu oldu.

Ehli Sünnete göre , şirkin dışında büyük günah işleyen kimse mümindir.İşlediği büyük günah kendisini imandan çıkarmadığı gibi küfre de sokmaz ; çünkü hala kendisinde imanın esasını teşkil eden tasdik mevcuttur.O sadece işlediği günah nispetinde ceza görecektir.[31]

Hariciler ise , ehli sünnetin bu görüşünü reddederek şöyle derler: Büyük veya küçük , mutlak surette günah işleyen kafirdir ; cehennemde ebedi olarak kalacaktır. [32] Çünkü onlara göre iman ile amel ayrılmaz bir bütündür , amel imanı tamamlayan  bir cüzdür , o halde amele mukarin olmayan bir imanın hiçbir kıymeti yoktur.[33]

Hariciler Ehli Sünnete karşı bu fikri savunurlarken Mürcie ‘ de Haricilerin görüşüne itiraz ediyor ve kendilerine has yeni görüşle ortaya çıkıyorlardı. Onlara göre dinin esası ve temeli imandır , amel değildir ; günahla imana zarar gelmeyeceği gibi , yapılan taatında inanmayana bir faydası yoktur. O halde büyük günah işleyen mümindir. Onlar bu hükmü vermekle beraber , günah işleyen kimsenin müstehak olduğu cezayı açıklamaktan imtina ederek bunu öldükten sonra Allah’ ın onun hakkında vereceği hükme bırakmayı daha uygun bulmuşlardır.[34]

Büyük günahın hükmü konusunda ki fikir ayrılıkları günden güne gelişti ; hatta bu konuda mescitlerde ve sair yerlerde açık oturumlar ve münazaralar tertip edilmeye başladı. Şüphesiz bunların en meşhurları Basra mescitlerinde tertip edilen halkalar , özellikle Hasan el-Basri ’ nin halkası olmuştur. Hasan el- Basri ‘ye göre büyük günah işleyen münafıktır , [35] fakat el-Bağdadi (ö.H.429/M.1037) onun bu hükmünü daha sonraları şiddetle tenkit etmiş ve münafığın , küfrünü açıklayan bir kafirden daha tehlikeli ve daha zararlı olduğunu söylemiştir.[36]

Durum öyle karmaşık hale gelmişti ki meselenin halli için ortaya atılan fikirler hiçbir tarafı tatmin etmeye kafi gelmiyordu.Ehli Sünnet’ in hükmünde görülen tesahüle karşılık , Haricilerin görüşü şiddet ve kasvet özelliğini taşıyordu. Mürcie ise ; bu işi Allah’a havale etmekle yetiniyor ve kesin bir hüküm vermekten kaçınıyordu.Hasan el-Basri’nin görüşünde yetersiz ve zayıf bir hüküm olarak vasıflandırıyordu. O halde başka bir hal çaresi aramak lazımdı.

İşte bu durum ve konumda bir çare bulunduğunu iddia ederek , Hasan el-Basri ‘nin talebesi Vasıl b. Ata (ö.H.131/M.748) ortaya değişik ve yeni bir görüş ortaya attı. Temelde görüşü şu idi : “Amel imanın bir cüz’üdür , müminler , kafirler ve münafıklar hakkında Kur’an-ı Kerim ve hadislerde varid olan hükümler , büyük günah işleyen kimse hakkında uygulanamaz ; çünkü bu gibi insanlar mezkur ahkamın şümulüne girmemektedir.O halde bunların durumuna uyan başka bir hüküm vermek lazımdır ki , bu da kebireyi işleyenin ne mü’min , ne de kafir olmayacağı , ancak onun iman makamı ile küfür makamı arasında üçüncü bir makamda bulunacağı keyfiyetidir.[37] İşte böylece Vasıl ‘ın şahsında Mutezile ‘ nin meşhur “el-Menziletü beyne’l-Menzileteyn” nazariyesi ortay çıkmış oldu.Vasıl’a göre iman ile  küfür arasında bulunan günahkar , tövbe ederse tekrar iman makamına döner ; tövbe etmeden ölürse , küfür makamına girmiş olur.Vasıl böyle insana “fasık” demekte ve tövbe etmeden ölürse , fasıklığından dolayı cehenneme gireceğini ve orada ebedi kalacağını ifade etmektedir.[38][39] Herhalde kendisi de daha sonra bu tenakuzu fark etmiş olacak ki , böyle bir insanın cezasının kafirlere nispetle daha hafif , derecesinin de onların derecesinden daha üstün olacağını söylemek lüzumunu hissetmiştir.[40] Yukarıdaki ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi Vasıl bir taraftan büyük günah işleyen ne mümindir , ne de kafir derken , diğer taraftan Haricilerin görüşüne uyarak bu kimsenin ebedi cehennemde kalacağını söylemekte kendi kendini nakzetmiş bulunmaktadır.Bağdadi bu gerçeğe işaret ederek Vasıl’ın sözlerinde açıkça bir çelişme olduğunu zikretmiştir.

O zamanda Müslümanlar arasında başka bir ihtilaf konusu olan Hilafet meselesine de Vasıl nazariyesini tatbik etmekte gecikmedi. Ali taraftarları , ona karşı gelenleri , onunla harp edenler ve nihayet hakkı olan hilafetten kendisini alıkoyanları şiddetle yererek , onları küfür ve zındıklıkla itham ederken , Muaviye taraftarları da  camilerde Hz. Ali’ye açıkça lanet ediyorlardı. Hariciler Cemel vakasında Ali’ye karşı harp edenlerin kafir olduklarını , Ali ‘nin onlarla savaşmakta haklı bulunduğunu fakat Sıffin vakasında başlangıçta haklı olmasına rağmen “tahkim” meselesini kabul etmekle , onunda kafir olduğunu iddia ediyorlardı.Ehli Sünnet ise , her iki vakıada harbeden iki tarafında Müslüman olduğuna , Ali ‘ ye karşı harb edenler arasında her ne kadar asi ve hatalı insanlar bulunmuş olsa da bunların hatalarının ve isyanlarının küfre ve fırka müncer olmayacağına inanıyorlardı. Mürcie ’ ce gelince , onlar her iki tarafında Müslüman olduğunu söylüyor ve bunlar hakkında verilecek  hükmü ahrete irca etmekle yetiniyorlardı.

Bu fikirlerin hiçbirini Vasıl kabul etmedi.Ona göre , iki taraftan birisi muhakkak surette fasık ve hatalıdır , fakat bunu tayin ve tespit güçtür. Bu itibarla her iki tarafta şehadetini kabul etmek caizdir.[41] Vasıl ‘ ın arkadaşı Amr b. Ubeyd  (ö.H.1447M.761) daha da ileri giderek her iki tarafta da fasık olduğunu söylemiş ve şehadetini reddetmiştir.[42]

İşte mevzuumuz olan Mutezile fırkası , bu gibi meselelerin en geniş en hararetli şekliyle tartışıldığı bir zaman dilimi içerisinde doğdu.Müslümanların karşılaşmış oldukları bu problemler bu fırkanın ortaya çıkmasına tesir eden en büyük faktörlerden biri olduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu problemler , onları da diğer fırka mensupları gibi ilgilendirmişti. Mutezile mensupları bu konuda herkesin ittifak edebileceği veya en azından tarafların çelişik düşünce ve fikirlerini te’lif etmeye yarayacak bir hal tarzı , bir formül bulmak amacıyla ortaya atıldılar. İşte bu düşüncenin sonucu olarak da “el-Menziletü Beyne’l- Menzileteyn” nazariyesi ortaya çıktı.[43]

 


[1] Buhari , Sahih , c.7 , s.9 ; Müslim , Sahih , c.3 , s.125 ; Taberi , Tarihu’l –Ümem ,c.2 ,s.436

[2] Orada bulunup olayı bu şekilde yorumlayanların başında Hz. Ömer geliyordu.O , Peygamber’in belki de iyi düşünmeden veya şuuruna sahip olmadan vereceği kararlar , dini meseleleri tehlikeye sokar kanaatında bulunuyordu.Bkz. Şibli , Mevlana , İslam Tarihi , (Asr-ı Saadet) Çev.Ömer Rıza (Doğrul ) ,c.2 , s.758,759, İstanbul , 1346 ;İbn Kesir , es-Siretü’n Nebeviye , c.4 , s.450

[3] Buhari , Sahih , c.1 , s.37 ; c.7 ,s.161

[4] Tabie , a.g.e , c.2, s.436 ; Şibli , a.g.e. , c.2 , s.759-760 ; Ahmet b. Hanbel el- Müsned , c.1 , s.355 , İbn Kesir , a.g.e. , c.4 , s.452

[5] Maide , 5/4

[6] Buhari , Sahih , c.3 , s.186

[7] Buhari , Sahih , c.3 , s. 186 , Caetani L , İslam Tarihi , çev.Hüseyin Cahit (Yalçın ),c.8 , s.37-38 , İstanbul

[8] Zeyd b. Harise , H.9/M.630 yılı Mart ayında Mute’de şehit düşmüştür.

[9] İbn Hişam , es-Siretü’n- Nebeviyye , c.4 ,s.299-300 , Mısır 1355/1936 ; Buhari , Sahih , c. 4 , s.213 , Müslim , Sahih , c.7 , s.130-131 ; Şibli , a.g.e. ,c.2 , s.762

[10] Zümer , 39/30

[11] Buhari , Sahih , c.4 , s.194

[12] Al-i İmran , 3/144

[13] El-Bağdadi, el- Fark Beyne’l- Fırak, s.14-15 ,Kahire 1367/1948 ; İbn Sad, et- Tabakatu’l- Kübra , c.4 , s.82-88 , Beyrut ,1968 ; İsferayini , et-Tebsir fi’d-din , s.12 , Kahire 1359/1940 ; Taberi , a.g.e. , c.2,s.442 ;İbn Hişam , a.g.e., c.4 ,s.305-306 ;Işık Kemal , a.g.e.s.24, Şenel Lütfi , a.g.e., s.28

[14] İbn Sad , a.g.e. , c.4 , s.108

[15] El- Eş’ari , Makalatu-l- İslamiyyin , c.1 , s.36 , Kahire , 1369/1950 ; el-Bağdadi , a.g.e. , s.15

[16] Ebu Zehra Muhammed , Tarihu’l – Mezahib el- İslamiyye , c.1 ,s.26-27, Kahire , Tarihsiz

[17] Şehristani , el- Milel , c.1 , s.24, Kahire 1369/1950 ; Hanbel Ahmet ,c.3 , s.183 ; Şenel Lütfi , a.g.e. , s.30

[18] Bağdadi , a.g.e. , s.15 , Şehristani , a.g.e.  , c.1 , s.24

[19] Bağdadi , a.g.e., s.15 , Şehristani , a.g.e., c.1 ,s.24

[20] Buhari , Sahih , c.2 , s.109-110 , ; Müslim , Sahih , c.1 , s.38-39 ; İbn Esir ,el-Kamil fi’t-Tarih ,c.2 , s.342

[21] Şehristani , a.g.e. , c.1 , s.25 ; Eş’ari , a.g.e., c.1 , s.36-37 ; Şenel Lütfi , a.g.e. , s.35

[22] Şehristani , a.g.e. ,c.1 , s.25

[23] Geniş bilgi için bakınız: Brockelmann C. , a.g.e. , s.47-48 ; Bağdadi , a.g.e. , s.15-16 , Üçok Bahriye , İslam Tarihinde İlk Sahte Peygamberler , Ankara , 1957

[24] Ebu Davut , Sünen , c.4 ,s.276 ; Ahmet b. Hanbel , c.3 ,s.145 ; Şehristani , a.g.e. , s.13 ; İbn Mace , Sünen , c.2 , s.1321

[25] Ömer en- Nesefi , el-Akaidü’n-Nesefiyye , s.117 , Kahire 1319

[26] Nisa , 4/48

[27] Müslim , Sahih , c.1 , s.65

[28] Müslim , Sahih , c.1 , s.63

[29] Müslim , Sahih , c.1 ,s.63-64

[30] Furkan , 25/68

[31] Zühdi  Carullah , el-Mutezile ,s.15 ,Kahire 1366/1947

[32] Nesefi , a.g.e. ,s.117-118

[33] Harici fırkaları arasında bu konuda ihtilaf vardır.Bunlardan Ezarika’ya göre , büyük ve küçük günah işleyen müşrik olup , kendisiyle birlikte ailesini ve çocuklarının da katli vaciptir ; çünkü müşriklerin çocukları da müşriktir. Böylece muhaliflerin çocuklarının öldürülmesini tecviz etmiş oluyorlar.Safariye genel olarak onların görüşüne uymakta ise de , çocukların öldürülmesi keyfiyetinde onlardan ayrılmaktadır. Necadat’a göre ise , işlenen günahların tahrimi hususunda ümmet icma etmişse , bu günahın mürtekibi kafir ve müşriktir. Eğer ihtilaf konusu ise , bu husustaki hüküm fakihlere terk edilir.Onların kendi içtihadlarıyla verecekleri ahkama göre hükmedilir.Daha geniş bilgi için : Bağdadi , a.g.e. , s.70

[34] Şehristani , a.g.e., c.1 , s.139

[35] Nesefi , el-Akaid , s.119

[36] Bağdadi , a.g.e., s.70

[37] Nesefi , a.g.e., s.117

[38] Ahmet Emin , Fecru2l-İslam , s.297 , Kahire 1370/1950

[39] Bağdadi , a.g.e. , s.71

[40] Şehristani , a.g.e., c.1 , s.49 ; Ebu Zehra Muhammed , İslam’da Siyasi İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi , s.155 , İstanbul 1983 ; Gölcük Şerafettin –Toprak Süleyman , Kelam , s.108, Konya 1988 ; Işık Kemal , a.g.e. , s.33 ; Yetik Zübeyir , İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler  , s.89 , İstanbul 1990

[41] Şehristani , a.g.e ,c.1 , s. 49

[42] Bağdadi , a.g.e. , s.72

[43] Zühdi Carullah , a.g.e. , s.20 ; Işık Kemal , a.g.e. ,s.125

Yorum Ekle