Daha önce ifade ettiğimiz gibi, İslam fütühatı gelişip bir çok ülke İslam devletinin bir parçası haline geldiğinde , Müslümanlar fethettikleri bu yerlerde çok çeşitli din ve kültürlerle karşı karşıya gelmişlerdi. Fethedilen devletlerdeki kültürler çok köklü , büyük ölçüde felsefi ve akli ilimlere nüfuz etmiş , eski filozofların eserlerine bihakkın vakıf olmuş kimselerdi. Müslümanlar Mısır , Suriye , Irak ve İran topraklarını fethetmeden önce bu ülkelerde Yunan , İran , Süryani ve Hint kültürü biliniyordu.[1] Buralarda İskenderiye okulu, Ruha (Urfa) okulu, Cundişapur okulu , Harran okulu gibi ilim, kültür, tefekkür merkezleri vardı.[2]
Emeviler devrinde Müslümanlar bütün bu felsefe ve kültürlerle ilgilenmeye başladılar. Müslümanlar arasında hızla gelişen bu ilim hareketlerinin sonucunda Basra , Kufe , Abbasiler zamanında Bağdat birer ilim ve kültür merkezi haline geldi. Mansur (ö.H.137/M.754-775) ‘un halifeliği zamanında başlayan tercüme faaliyetleri , Me’mun (ö.H.1987M.813)’un halife olmasıyla Yunanca’dan , Pehlevice’den ve bilhassa Süryanice’den Arapça’ya birçok eser tercüme edildi. Daha sonra H.217/m.832’de Me’mun tarafından kurulan Beytü’l Hikme’nin de büyük rolü oldu. Mütevekkil’in (ö.H.233/M.847) tercüme faaliyetine desteği devam ettiği birçok eser Arapça’ya aktarılmış oldu.[3]
Mutezile mensupları böyle bir zamanda İslam dininin savunucusu olarak ortaya çıktılar. Tercüme edilen tüm eserleri büyük bir iştiyakla okumuş ve kendilerini düşmanlarına karşı savunmada , bu eserlerden edindikleri bilgileri çok fazla kullanmışlardır. Bu konuda öncülüğü Nazzam yapmış , başkaları onu takip etmiş böylece Mutezile , felsefe ile dini uzlaştırmaya çalışan teolojik sistemlerin ilki olarak İslam tarihindeki yerini almıştır.[4]
İslam dini ile felsefeyi uzlaştırmaya çalışan ve kendisini aşırı derecede felsefi cereyanlara kaptıran Mutezile , bu cereyanların etkisinde kalmış , görüşlerinin ekserisi bu felsefenin karışımından oluşturmuş ve İslam kültüründe derin izler bırakmıştır.
Bu mücadele ortamında bulunan Mutezile’nin kendine has metodları ve özellikleri vardı. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:
1-Mutezile; dini akideleri anlayışta selefin yolundan yürümemiştir. İman edilmesi gereken akideler , o güne kadar Kur’an-ı Kerim’e müracaatla alınırdı. Anlamadıkları hususlarda ileri gitmez dururlardı. Mutezililer ise araştırmalarında aklı esas tutup her işin künhüne akılla varmak istediklerinden , bu tutumları fukaha ve hadisçiler tarafından yadırgandı.
2- Mutezile; zındık , putperest , v.b. ile savaşırken , savaşın gereği olarak onların usullerini kullanıyor , bu sebeple de yepyeni konulara girmiş olarak yine yadırganır duruma düşüyorlardı .
3.Mutezile; sadece nasslarla yetiniyor , akla fazlaca yaslanıyor , dolayısıyla bazı yanlış hükümlere saplandıkları oluyordu.
4.Mutezile; ümmet arasındaki ileri gelenlerle mübahese ve mücadele ediyor , onlar hakkında sözlerini sakınmıyor bu da farklı kesimlerden tepki alıyordu.
5-Mutezile’ ye taraftar olan Abbasi halifelerin halkı bilhassa fukaha ve muhaddisleri bu mezhebe zorlamaları yoğun tepki topluyordu.
6.İlhad taraftarlarının çoğu , bozuk fikirlerini yaymak için Mutezile arasında elverişli bir ortam bulabiliyordu. İslam’a fitne sokuyorlardı. Gerçi öylelerinin maksatları anlaşılınca Mutezile onları dışarı atıyordu. Ama yine de bu onlar üzerinde menfi bir iz bırakıyordu.[5]
[1] Ülken , Hilmi Ziya , İslam Medeniyetinde Tercümeler ve Tesirler , s.64 ,102 , İstanbul 1948
[2] Ülken , Hilmi Ziya , Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü , s.40, İstanbul 1935
[3] Ülken , Hilmi Ziya , İslam Medeniyetinde Tercümeler ve Tesirler , s. 102-103 , İstanbul 1948
[4] Şehristani , a.g.e. , c.1 , s.53-54
[5] Yetik Zübeyr , a.g.e. ,s.91