Konya Yenigün Gazatesi’nde Yayımlanan Röportaj:
-Kendinizi tanıtır mısınız?
–1969 yılında Tokat İli Zile İlçesi Çeltek köyünde
doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu
Zile’de, Liseyi Kırklareli ve Konya’da okudum. 9
yıl Sağlık, 19 yıl Aile ve SHÇB Kuruluşları, 4 yıl
CİB Konya ve Afyonkarahisar Bölge Müdürlüklerinden
sonra şu an S.Ü. Engelli Öğrenci Birimi
Koordinatörüyüm.
İlahiyat ve Sağlık alanlarında lisans eğitiminden
başka aile ve iletişim konularında özel
eğitimler aldım. İslam Mezhepleri Tarihinde
Yüksek Lisans yaptım, Kelam’da Doktora’da tez
sürecindeyim. “Türk Aleviliği, Anadolu Aleviliği,
Ailede Huzur İçin 9 S, Akıl, Bilge Kral Aliya’nın
Camisi, Hikayeden Hayat ve Nasıl Zayıfladım?”
İsimlerinde 7 kitabım var.
2007’den beri düzenli olarak 9 ayrı adreste
haftalık yazılar yazıyorum. Aileyi Destekleme
Derneği Başkanlığı, Konya Platformu Başkan
Yardımcılığı gibi birçok Stk’da koşturuyorum.
İngilizce ve Arapça biliyorum. Evli ve 3 çocuk
babasıyım.
-Demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü ile
genelde medya, özelde yerel medya arasındaki
bağı değerlendirir misiniz?
–Hayatımda genelden çok özeli önemseyen
bir insanım. Dünyayı değiştirmenin yolunun
kendimden ve yakın çevremden geçtiğine inanıyorum.
Bu anlamda demokrasi, düşünce ve
ifade özgürlüğünün de yerel medyanın ulusaldan
daha öncelikli ve önemli olduğunu düşünüyorum.
Birey, aile, mahalle, ilçe ve il diye devam
eden toplulukların coğrafyadaki karşılığı damla,
çeşme, çay, dere, ırmak, göl ve denizdir. Ulusalı
besleyen, renk veren, belirleyen yereldir. Fertlerde,
ailede, mahallede ne kadar demokrasi,
ifade ve düşünce özgürlüğü varsa ulusala o kadar
yansır. Abd filmlerinde klasik bir yaklaşım
vardır. Dedektif geçmiş bir cinayeti aydınlatmak
istiyorsa yapması gereken cinayetin işlendiği
zamanın yerel gazetelerine bakmaktır. Çünkü
asıl emek veren üreten, çerçeve çizen, fayda temin
eden yereldir. Ulusal medya yerele tabiidir.
Burada problemli bir alanımız var. Yerel medya
bu gücünün farkında değil. Domatesi yetiştiren
yerel üreticinin maliyetine ulusaldaki komisyoncuya
kaptırdığı gibi, yerelde kendinden kaynaklı
sorunlardan dolayı sermayesini maliyetine ulusala
kaptırmaktadır. Konya’da yapılan son kitap
fuarında yerelin bu öğrenilmiş çaresizliğini bir
kez daha acı bir biçimde yaşadık. Her gün Konya’yı
yaşayan bu İl’e ömrünü veren değerler yerine;
Konya akıl ve kalplerine 4 saatlik gündem
ve etli ekmekten öteye geçmeyen adamlar bilboardlara
taşındı. Dolayısıyla ülkemizin demokrasi,
düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda ilkokul
seviyesinde olduğumuz açık. Ancak bunu
yükseltmek istiyorsak çare yerelde, Anadolu’dadır.
İstanbul ve Ankara çaktırmasa da Anadolu’nun
adımlarına basmak zorundadır. Kurtuluş
Şavası’ndaki Samsun, Amasya, Sivas, Erzurum,
Konya, Burdur, Gazi Antep, Kahraman Maraş,
Şanlı Urfa hattını ve yerel medyanın rolünü incelediğimizde
bu hakikati açıkça görürüz.
Analog dünyadan hızla dijital dünyaya taşındığımız
bu günlerde yerel medyanın ulusaldan
çok kendine yoğunlaşır, kendine güvenirse,
her geçen gün daha etkili olacağına düşünüyorum.
“İlişkilerin yenilgisi, genellikle iletişi yenilgisidir.”
Der Zygmunt Bauman. Konuyu aktarırken
kullandığımız üslubumuz hakikatin elbisesidir.
Hangi hakikati nereye hangi elbiseyi
giydirip göndereceğimiz de gazetecinin maharetidir.
Bu anlamda eleştirinin diğer tarafı çözüm
önerisidir. Gazetecilerin yazılarının çoğunluğunun
eleştiriden çok çözüm önerileriyle dolu
olması gerektiğine inanıyor ve uyguluyorum.
- Medyanın özgürlüğünü sağlayan ya da
kısıtlayan etkenler nelerdir? Bunların toplum
hayatı üzerindeki etkilerini açabilir misiniz?
–Medyanın özgürlüğünü kısıtlayan en
önemli etken kamu ve özel sermayenin sahip
olduğu demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü
konusundaki zaaflarıdır. Ülkede ulusal ve yerelde
hala eleştiri maalesef hakaret gibi algılanıyor.
Hâlbuki bir ülkenin kalkınması açısından medyanın
iki temel görevi vardır:
- Ayna görevi: Gerçeği olduğu gibi yansıtır
ki herkes kendi saçını başını, göbeğini düzeltisin. - Akupunktur görevi: Küçük iğneler ve dokunuşlarla
hafif acıyla muhataplarını rehabilite
eder.
Gerçekten hoşlanmayan, akupunkturdan
kaçan kamu ve özel sermaye patronaj baskısıyla
gazetecilerin görevini yapmalarına engel olmaktadır.
Bu olumsuz durumun neticesi akut seviyede
tespit edilip tedavi edilebilecek sosyal, siyasi, ekonomik ve sağlığa dair birçok problemin halının
altına süpürüldüğü için kronikleşmesi ve çözümü
imkânsız hale gelmesidir.
- Tersinden bir bakışla basın özgünlüğünün
sınırlarını özel hayata ve özgünlük ve özgürlüklere doğru genişletirsek nasıl bir duru ortaya çıkar?
Olayın bu kısmı çok önemlidir. Her sosyal
problemde olduğu gibi; medya olarak yaşadığımız
sıkıntılarda tek taraflı değildir. Meslektaşlarımız
özel hayat ve insanların özgürlük ve özgünlük
alanlarını sık sık ihlal etmektedir. Daha iyiye değişim için kamu ve özel sermaye kadar gazeteci
meslektaşlarımızın da yapması gereken ödevler,
atması gereken adımlar vardır. Ayna ve akupunktur örneklerimiz üzerinden cevap vermek gerekirse; özel hayatla ilgili haberlerde kişinin aynanın
karşısına geçme kabulü veya akupunkturla tedavi
olma isteği belirleyicidir. Olay kamusal alana taşınmış ise de, kamusal yarar gözetilmelidir. Türkiye’de tarafların bu konularda sahip oldukları güce
göre nasıl değişken yaklaşım gösterdikleri ibretlik ve bizi üzen konuların başında gelmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de zerre miskal iyilik ve kötülüğün
karşılıksız kalmayacağını ifade eden ayetlerde tecvid açısından değerlendirildiğinde; iyilikte izhar
kuralı, kötülükte ihfa kuralı vardır. Allah, özel hayata dair meselelerde iyiliği izhar edin, açıklayın,
yayın, bulaştırın; kötülüğü ise ihfa edin, gizleyin,
kapatın, yaymayın, bulaştırmayın buyurur. - Konumuzun bir diğer başlığı olan darbe dönemlerinde ifade ve basın özgürlüğünü hatıralarınızdan hareketle anlatır mısınız?
–28 Şubat’ta Fatih Adliyesi’nde fikir ve düşüncelerimden dolayı yargılandım. 2000 li yıllarda Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nunda yazdığı
aynı yayın organında ülke gerçeklerini açıklıkla
ifade sadedinde; Fetö tehlikesine çok önceden dikkat çektik.
15 Temmuz’dan önce Fuat Avni’nin hedefi
oldum. 15 Temmuz’dan sonra heykelim dikilecek diye beklerken(!) Afyonkarahisar’da buldum
kendimi. Şikayetci değilim. Yazıcıoğlu’nun dediği
gibi: “Bu memlekette dürüst olmanın, doğruyu
söyleyip, yanlışı dile getirmenin ağır bir bedeli var.
İşte o bedel bizim başımızın tâcıdır.” Ve bu bir tercih, yaşam tarzı benim için. İnsan inandığı yolda
bedeli ne olursa olsun yürümeye devam etmeli,
özgünlüğünü ve özgürlüğünü faturası ne olursa
olsun korumalı. Zira biz sonuçtan değil süreçten
sorumluyuz.
Cemil Meriç; kendi dönemi için “Düşüncenin
kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede tabii ki
düşünen adam çıkmaz” demişti. Bu sözü söyledi
ama o dönemde kendisi gibi kuduz köpek gibi kovalanmayı göze alan binlerce düşünen adam çıktı.
Tabii ki gelişmeler var ama bu ülkede Cemil Meriç’in sözüne hatırladığımız olaylar ve zamanlar
oluyor. 1993-1994 yıllarında Yeni Zemin isminde bir dergi çıkarmıştık. Yine o yıllarda Bursa’da
“Türkiye’de Din ve Devlet İşleri Sempozyumu”
düzenledik. Bu işlerin hesabı soruldu 28 Şubat sürecinde. Ufuk Turunda bir hocamızla yaşadığımız
şu diyalog ifade ve basın özgürlüğü konusunda ne
yapmamız gerektiğini açıklıyor. 2000 li yıllardan
sonra kendi düşünceleri açısından çok rahat olduğunu düşünen profesör hocamız bana:
-Cemil kardeş, “Türkiye’de zamanında kimsenin konuşamadığı, yazamadığı konuları yazıp
konuşuyordunuz, şimdi herkes o konuları konuşuyor, siz susuyorsunuz” dedi.
Ben de esprili bir cevap verdim: “Hocam biz
herkesin konuşabilmesi, yazabilmesi için zor zamanda o zor konuları konuştuk, yazdık; şimdi herkes konuşuyorsa, yazıyorsa ne mutlu! Bize ihtiyaç
kalmamış” dedim.
İsmet Özel; “Taşları Yemek Yasak” der ya.
Taşları yiyecek cesarette adamlar olmadıkça ifade
ve düşünce özgürlüğü gelişmez. Birilerinin yol açması, yol yapması lazım ki diğerleri o yoldan yürüsün. Bu Sokrat’tan bu yana böyle. Bunun mükâfatı
çok büyük. Sokrat’ı yargılayan ve baldıran zehriyle
idama mahkûm eden 500’den fazla hâkimin hiçbirinin adını bilmiyoruz ama Sokrat bir hakikat
kahramanı, belki de Peygamber olarak hayırla
anılıyor… - Konumuz çerçevesinde eklemek istedikleriniz nelerdir?
-Bir işin salih amel olması için saç ayağında 3
temel şart lazımdır: Adalet, Düşünce Özgürlüğü
ve İstişare. Toplum/Devlet, kalem ve kılıç üzerinde durur ama kalem kılıçtan her zaman bir adım
öndedir. Kalem sahipleri arasında en önde duran
gazeteciler bu açıdan bana göre en önemli mesleği
icra ediyorlar.
Peygamberimiz “İnsanlar develer gibidir. Kafana göre binecek 100 deveden bir tanesini bulabilirsin” der. Ben bu hadisten Allah tarafından diğer
99 kişiyi sevk ve idare etmek üzere 100 kişiden
bir tanesinin üstün yetenekli ve özel yaratıldığını
düşünüyorum. Her meslek bu yüzden biri ister
ama ben öncelikli olarak Basın yayın Meslek Liseleri ve İletişim Fakültelerinde girişten başlayarak
bu “yüz kişiden bir” kişileri medya alanına daha
çok taşımanın yöntemleri üzerinde durmamız gerektiğini savunuyorum. Zira “alet işler el övünür”,
“Kem alatla kemalat olmaz. - Konya Mustafa Arslan, Mehmet Ali Elmacı ve M. Esad Çağla ve tüm Konya Yengün Ekibine teşekkürler…