Başı ne kadar yükseklere ulaşsa da ayağını şehit kanıyla yoğrulmuş topraklardan kesmedi, toprak gönüllü insanlardan hiç kopmadı.
Tevazu ve mahviyet karakteri idi.
Dünyadan ve Rabbinden tek beklentisi “rahmetle anılmak”tı.
Mebde ve müntehayı birleştirmek, zaman geçse de aynı tevazu, aynı heyecanla kalabilmek; bunlar Mehmet Akif’in en belirgin özelliğiydi.
Osmanlı’nın son dönemlerinde devletin kurtulması için yapılan bütün çalışmalarda en önde koştururken; Kurtuluş Savaşı’nda Kuşçubaşı Eşref’le vatan toprağında ayak basmadık yer bırakmıyordu. Meclis’te mebus, camide vaiz-hatip, mahallede gariplerin sığınağı, evinde şefkatli eş ve baba, Taceddin Dergahı’nda milletin gürleyen sesi…
Hayatında hiç oturmadı, dinlenmedi, nefeslenmedi.
İmtihan için dünyaya konulmuş bütün zıtlıkların aralarındaki farkları ortadan kaldırarak yaşadı.
Hayatı boyunca mülk-melekût ayrımını hiç yapmadı; daima melekût âleminden baktı.
Tenteneli bir perde olan sebepleri ferasetiyle deldi geçti, asla oyalanmadı.
Hep asıl vatan olan cennete dikti gözlerini…
Burada kalan her iş ve eşyayı basamak yaptı kutsi yolculuğuna.
Hayatının her salisesinde şu ayeti yaşadı:
“Allah ile beraber başka varlıklara yalvarıp yakarma! O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz!” Kasas, 28/88.
Eğitimini, mesleğini, şiirini hep rahmete vesile olmak için kullandı.
Kur’an-ı Kerim’in sarp yokuş diye tarif ettiği yoldan hiç ayrılmadı.
O sarp yokuşta garipler, yetimler, fakirler, muhtaçlar ve hastalarla birlikteydi.
Akif hep aynı yerde idi.
Başı ne kadar yükseklere ulaşsa da ayağını şehit kanıyla yoğrulmuş topraklardan kesmedi, toprak gönüllü insanlardan hiç kopmadı.
Tevazu ve mahviyet karakteri idi.
Dünyadan ve Rabbinden tek beklentisi “rahmetle anılmak”tı.
Sessiz yaşadığını düşünüp nasıl rahmetle anılacağını kestiremese de konuyu Rabbine tazarru suretinde şöyle ifade etmişti:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma,
Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?
Allah Teâlâ o tazarruya cevap vermiş ve onun için her geçen gün daha yüksek sesle rahmetle anılacak vesileler yaratmıştı.
Gözünü budaktan ayırmadan inandığı yolda korkusuzca yürürken, sözünü hakikatten hiç ayırmadan daima inandığı, gördüğü, yaşadığı hak ve hakikati söyledi:
“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”
Tertemiz doğduğu dünyada kendini ve bastığı yerleri kirletmeden, aksine temizleyerek yürüdü.
Rabbinden geldiği saflık, temizlik, doğallık ve sadeliği bozmadan emanetini iade etti.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatan, konuştuğunuzda bilginizi artıran, ilmiyle de size ahireti hatırlatan sizin için en hayırlı arkadaştır” sözünün yaşayan misaliydi.
Akif’in hayatını en güzel anlatan satırlar ise dünyadan ve hayattan tek talebinin Rabbinden rahmet olduğu düşüncesini haykıran şu kıtaydı:
“Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, bir gün
Şu sağır kubbede, haib, sesimin dindiğini
Bu heyulaya da bir kerrecik olsun bak ki
Ebediyyen duyayım kabrime nur indiğini”
Rahmet, dua ve ibretle…
(İnsaniyet.net sitesinde yayımlanan yazım)