İnsanın dünyaya gönderilme hikmeti imtihandır.
İmtihanda amaç bezm-i elestte verdiği söze uygun olarak kimin en güzel ameli işleyeceğini (Mülk, 67/2) belirlemektir. Kısacası dünya hayatında en büyük esas hakikate iman ve onun çizgisinde yaşamak.
Müslüman hakikati bütün söz ve amellerinde göstermek, ilan, izhar etmek durumundadır. Kısaca onun içinde ve dışında, hal ve hareketlerinde konuşan yalnız hakikat olmalıdır.
Bediüzzaman Said Nursi vasiyetnamem dediği ‘’Konuşan yalnız hakikattir’’ başlıklı risalesinde bu konuyu işler. Kaderin iman hakikatlerini anlatırken onu nasıl hakikate, saf hakikate yönlendirdiğini anlatır.
Tebliğcinin yaptığı hizmetini bırakın dünyevi kemalata, uhrevi kemalata dahi vasıta ve basamak yapmasının hakikate saygısızlık olduğunu anlatır Üstad. Kendini suçsuz yere 28 yıl hapse atan, yirminin üzerinde öldürme kasıtlı zehirleyen insanları dahi affetttiğini söyleyerek imanlarına dua ettiğini ifade eden Bediüzzaman tek mücadele ve derdinin samimiyetle İslam’ı yaşamak ve o hale insanları davet olduğunu 84 yıllık hayatıyla göstermiştir. İman, ittihad-ı İslam ve müspet hareket çerçevesinde ömür boyu hep kendi ve mahallesiyle ilgilenmiş, Müslümanların doğru İslamiyeti veya İslamiyete layık doğruluğu amelleriyle gösterdiklerinde diğer dinlerin, mahallelerin insanlarının gruplar halinde İslam’a gireceklerini 1910 yılında aralarından yüzden fazla alimin olduğu binlerce kişiye verdiği Şam Ümeyye camisindeki hutbesinde söylemiştir.
Uhud’un okçularının harp alanındaki ganimetten bigane kalarak sadece ve sadece kendilerine verilmiş görevi yerine getirmeleri gerekir. Çünkü mükafat sadece ve sadece Allah’tan beklenmelidir. Bütün ibadetlerde gaye Allah rızasıdır. Dünyevi bir gaye araya girdiği anda ibadetin sırrı olan ihlas kaybolur. İhlas kaybolduğunda ibadet ibadetlikten çıkmıştır. Bu sebepten eskiden bütün kitaplarımızın girişinde “muvaffakiyet(başarı) niyet-i halisenin refikidir.” yazardı. Başarılı olmak için ön şart, samimiyet, hulusu kalp.
Son günlerde Müslümanlar arasında fitne çıkarılmak istendiğini ve bunu önlemenin tek yolunun herkesin kendi görev alanında kalarak samimi anlamda mükafatını sadece Allah tan beklediği görevine odaklanmasını ve yaptığı hizmetine mukabil asla dünyevi rütbe, makam, menfaat beklentisine girmemesi gerektiğini yazıyoruz.
Aksi takdirde çürük bir ceviz mahiyetindeki şu dünya ve dünya menfaatleri için kavga eden çocuklar gibi hepimiz kaybeder ve Rabbimizin musallat edeceği zalimlerin zulmüne kendi amellerimizle fetva veririz.
Kulluğun en güzel örneklerini sergileyen adil halife Hz. Ömer’den bir misalle yazımıza devam edelim. Misale bakalım ve kendimize bir soralım.
Adaletin ve hakikatin neresindeyiz ???
‘’ Kıtlık yıllarıydı…
Hz. Ömer dolaşırken, fevkalâde semiz bir deve gördü. Çobanı çağırıp sordu:
“Bu semiz devenin sahibi kim?”
Çoban, “Oğlunuz Abdullah” deyince can evinden vurulmuşa döndü. Çünkü o Ömer’di, adâlet timsali Ömer! Öyle ki, yönettiği insanlar ondan bir metre fazla kumaşın hesabını sorabiliyorlardı.
Oğlu Abdullah’ı buldu:
“En semiz deve seninmiş oğlum, diğerleri bir deri bir kemik, bu nasıl oldu?”
Abdullah makul ve mantıklı gerekçeler sıralamaya başlayınca Hz. Ömer bir el hareketiyle oğlunu susturdu:
“Sus ey Abdullah! İşin aslını ben sana anlatayım: Halifenin oğlunun devesidir diye en iyi otları senin devene yedirdiler, en besleyici otların yeşerdiği bölgeyi senin devene ayırdılar.
Sadece senin devene çok iyi baktılar. Şimdi bu deveyi al, sat, ana parayı ayır, kârını hemen bana getir, Beytü’l-Mal’e (devlet hazinesine) devredelim. Çünkü halife unvanı devletindir. Devletin unvanı ile kazanılan para da devlete aittir. Aksi halde nüfuz ticareti yapmış oluruz. Bu da bir nevi helal malı harama dönüştürür.”
Taif’te 11 gün tebliği için koşturan Allah Resulü musallat edilen ayak takımının taşlanmasıyla muhatap olmuştu. Taif’ten dönen Peygamberim en zor durumda dahi kendisine yakışanı yapmış, Taif’lileri suçlamak yerine kendi öz-eleştirisini yaparak bizlere çok güzel bir miras bırakmıştı.Ayakları kan için bir bağa çekilen Rahmet Peygamberi şu duayı yaptı.
“Allahım!
Kuvvetimin za’fa uğradığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği biçarelerin Rabbi sensin, İlâhî, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayâtımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ya Rabb, eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.
Ya Rabb gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar işte affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir…”
Bu olay ve benzerleri Müslümanlar olarak bizlere öz-eleştirinin nasıl yapılacağının en güzel örneklerini sunuyor.
Alemlerin en yücesi bizlere her halde kendimize dönüp öz eleştiri yapmamızı emrediyor.
Taif’ten dönen Peygamberimiz asla muhataplarını suçlamadı, onları eleştirmedi, onların hata ve kabahatleriyle meşgul olmadı.
Karşılaştığı olumsuz durumlarda daima kendine dönerek ‘’neyi daha iyi yapabilirim’’ sorusunun cevabını bulmaya çalıştı.
Buna aksiyoner olmak, hareketi kendinden ve iç dinamiklerinden kaynaklanma diyoruz.
Müslüman re-aksiyoner değildir. Yani etkiye-tepkiyle hareket etmez.
Hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim Müslümanların muhatabına karşı alacağı tavrı ‘’kendisine yapılana en güzel iyilikle cevap vermek’’ olarak tarif eder.
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen sana yapılan kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” Fussilet, 41/34.
“Onlar (Allah’ın emirlerine uygun olarak yaşayan kimseler), bollukta ve darlıkta (Allah için) harcarlar, öfkelerini yenerler(yutarlar) ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever.” Al-i İmran, 3/134
Evet Taif’te düştüğü durum itibariyle Allah Elçisi o kadar zor durumdaydı ki Taif’lilerin yardım isteğini en kaba ve vahşi şekilde reddetmeleri üzerine Cübeyr bin Mut’im adında mert bir müşriğe haber göndermiş onun himayeyi kabul etmesi ve oğullarının Kabe’de himaye isteğini ilan etmeleri üzerine doğduğu topraklara Mekke’ye tekrar girebilmişti.
‘’Mütekabiliyet’’ kelimesinin arkasından giden dünyamızda başta nefsim olmak üzere her insanın Taif’ten dönen Peygamberimizin mesajına o kadar ihtiyacı var ki…