Melamet(ملامت):Bir tasavvuf terimi; III. (IX.) yüzyılda Horasan bölgesinde ortaya çıkıp daha sonra bütün İslâm dünyasında yaygınlık kazanmış bir tasavvuf anlayışı.
Sözlükte “kınamak, kötülemek, ayıplamak” gibi anlamlara gelen melâmet kelimesinin tasavvuf literatüründe bir terim, bir makam ve bir tasavvuf anlayışının adı olarak yaygın bir kullanım alanı bulunmaktadır.
III. (IX.) yüzyılda Merv, Herat, Belh ve Nîşâbur şehirlerini içine alan Horasan’da ortaya çıkıp özellikle Nîşâbur’da yaygınlık kazanan ve etkisini günümüzde de sürdüren bu tasavvuf anlayışını benimseyenlere ehl-i melâmet, melâmî, melâmetî; bu akıma da Melâmetiyye, Melâmiyye (Melâmetîlik) denilmiştir. İlk dönem kaynaklarında dil bilgisi kurallarına aykırı olarak genellikle melâmetî ve melâmetiyye kelimelerinin kullanıldığı, Osmanlı devrinde ise Bayramiyye tarikatı mensuplarından bir gruba melâmî, tarikatlarına da Melâmiyye adı verildiği görülmektedir.
Melâmet konusu bir tasavvuf terimi ve tasavvuf akımı olarak birbiriyle bağlantılı olmakla birlikte iki ayrı düzlemde ele alınabilir. Melâmetin terim olarak kullanımı kökü olan levm kelimesinin geçtiği iki âyete (el-Mâide 5/54; el-Kıyâme 75/2) dayandırılmaktadır (aynı kökten türeyen kelimelerin yer aldığı diğer âyetler için bk. İbrâhim 14/22; el-İsrâ 17/29, 39; es-Sâffât 37/142; ez-Zâriyât 51/40; el-Kalem 68/30; el-Meâric 70/30).
Bu âyetlerin, “Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah yakında öyle bir topluluk getirecektir ki O onları sever, onlar da O’nu severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir lutfudur, onu dilediğine verir. Allah’ın lutfu geniştir. O her şeyi en iyi bilendir” anlamına gelen ilkinde (el-Mâide 5/54) müminler arasından çıkacak bir grubun özellikleri anlatılırken kullanılan, “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar” ifadesi melâmet teriminin içerdiği anlamı vurguladığı şeklinde yorumlanmış, ayrıca, “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” şeklindeki ifadeden hareketle melâmet ve muhabbet terimleri arasında ilişki kurulmuştur.
Âyette geçen cihad kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kınayan nefsi yemin ederek övdüğü diğer âyetle (el-Kıyâme 75/2) birlikte düşünülüp “nefisle cihad” (mücadele) mânasında ele alındığında melâmet ve melâmetî terimlerinin kavramsal çerçevesi Allah tarafından sevilmek, Allah’ı sevmek, O’nun yolunda nefisle mücahede etmek ve bu mücahede sırasında kendisini kınayanların kınamasından korkmamak şeklinde belirlenmiş olmaktadır. Melâmet akımına dair ilk bilgileri veren Nîşâburlu iki sûfî Hargûşî (ö. 406/1015) ve Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’den (ö. 412/1021) ilkinin yukarıdaki birinci âyete vurgu yaptığı, diğerinin ise bu âyete bir işarette bulunmadığı, sadece ilk melâmetîlerden Hamdûn el-Kassâr’dan aktardığı bir sözde “kınayanın kınamasından korkmamak” ifadesinin geçtiği görülmektedir.
Nîşâbur bölgesinden olmakla birlikte bu akımı benimsemeyen ve mensuplarına eleştiriler yönelten Hücvîrî tasavvuf yolunun önde gelenlerinden bir kısmının melâmet yolunu tuttuğunu ve bu yolda halkın kınamasına mâruz kaldığını söyler. Hz. Peygamber’i misal göstererek kendisine vahiy gelmeden önce herkesin onu örnek bir şahsiyet olarak kabul ettiğini, ancak Cenâb-ı Hak tarafından dostluk tacı giydirilince halkın ona şair, mecnun, kâhin diye dil uzatıp kınamaya başladığını belirtip, “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar” ifadesinin geçtiği âyete atıfta bulunur.
Allah’ın kendisine yönelenleri halka levmettirdiğini, fakat kınanan kişilerin kalplerini bu eleştirilerle meşgul olmaktan muhafaza ettiğini söyleyen Hücvîrî’ye göre böylece Cenâb-ı Hak o kişileri başkalarını mülâhaza etmekten koruduğu gibi kendilerindeki güzellikleri görüp kibirlenme ve kendini beğenme âfetinden de korumuştur. Hücvîrî, Allah’ın kendisinden razı olduğu kimselerden halkın razı olmadığını belirtir ve bu görüşünü meleklerin Âdem’i beğenmeyip, “Yâ rab, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediklerini haber veren âyetle (el-Bakara 2/30) destekler.
Terim anlamı kazanarak içeriğinin zenginleşmesi aynı adla anılan akımın doğuş ve gelişmesiyle paralellik arzeden melâmet konusu, bu akıma mensup olmayan bazı müelliflerce ortaya çıktığı dönem ve bölgeden bağımsız biçimde ele alınmıştır. Meselâ XIII. yüzyıl Kübrevî şeyhlerinden Necmeddîn-i Dâye, Hücvîrî’nin temas ettiği âyeti zikrederek Hz. Âdem’in ilk melâmetî olduğunu söyler. Sevâniĥ adlı eserinin birinci bölümüne âyetteki, “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” ifadesiyle başlayan Ahmed el-Gazzâlî eserin dört, beş ve altıncı bölümlerinde melâmet konusunu muhabbetle ilişkilendirmiş, ancak Melâmetîlik’ten bağımsız olarak açıklamıştır. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın da konuyu aynı bağlamda ele aldığı görülmektedir (Muhammed b. Münevver, I, 287-288).
Melâmetin tasavvuf makamlarından bir makam olduğunu belirten ilk sûfî müellif Sülemî (Derecâtü’s-sâlikîn, s. 143) onun muhtevasına dair bilgi vermemiştir. Melâmet konusunu akımın ortaya çıktığı dönem ve bölgeden soyutlayarak bir tasavvuf makamı olarak temellendiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî sâlikleri âbidler, sûfîler ve melâmetîler şeklinde üç gruba ayırır. Ona göre âbidlere zühd, takvâ ve nefsi kötü amellerden temizleme gibi davranışlar hâkimdir. Fakat onların haller, makamlar ve sırlar hakkında hiç bilgileri yoktur. Sûfîler, bütün fiillerin Allah’a ait olduğunu ve kendilerinin hiçbir fiile sahip bulunmadığını müşahede ederler. Ancak onların zühd, takvâ ve tevekkül konusunda âbidlerden bir farkı yoktur. Halka keramet göstermekten ve Allah katındaki derecelerini belirten hallerini izhar etmekten çekinmezler. Sûfîlerin müridleri de kendileri gibi dava sahibi olduklarından kendilerini halktan üstün görürler.
İbnü’l-Arabî’ye göre sâliklerin en üst derecesinde bulunan melâmetîler Allah’ın kendisine yönelttiği ehlullahtan bir gruptur. Allah bir göz ilişir de kendisinden alıkoyar diye onları kıskançlıkla korumuştur. Onlar sadece Allah ile beraberdir, bir an bile O’na ibadetten geri kalmazlar. Rubûbiyet kalplerini istilâ ettiğinden dolayı riyâsete karşı bir istek duymazlar (Fütûĥât, III, 45-46). İbnü’l-Arabî, “ümenâ” diye adlandırdığı melâmetîlerin bâtınlarındaki hali asla zâhirlerinde izhar etmediklerini, bu sebeple hallerine hiç kimsenin vâkıf olamayacağını ve eğer insanlar melâmetîlerin Allah katındaki değerini bilecek olsalardı onları ilâh edineceklerini söyleyerek onların kendilerini insanlardan gizlemelerinin sebebini açıklar. Ona göre belli bir coğrafya ve zaman diliminde değil bütün zaman ve mekânlarda yaşayan, kendilerine has özellikleri olan, sayıları ortaya çıktıkları zamanın durumuna göre artıp eksilen melâmetîlerin vatanı Horasan ve Nîşâbur gibi bölge, pîrleri Melâmetîliğin kurucuları olarak tanınan Hamdûn el-Kassâr veya Ebû Hafs el-Haddâd değildir. (bkz:http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=290024 )
Bugün Müslümanlar olarak İslam’ı sadece Allah rızası için mi yaşıyoruz?
Yoksa 2. Şahısların duygu, düşünce ve fikirlerini mi esas alıyoruz?
Şekilciliğin ve acizane benim ‘meeting müslümanlığı’ diye ifade ettiğim belli gün, zaman ve mekanlara yoğunlaştırılmış İslami yaşayışın İslam dünyasını kuşattığını üzülerek gözlemliyoruz. Bkz: https://www.cemilpasli.com/din/meeting-muslumanligi
Rabbim dini bize kitabında şöyle anlatır: ‘’ Dinde (iman etmede/İslam’a girmede) zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış (hak ile batıl, iman ile küfür) birbirinden ayrılmıştır. Böylece, şeytani düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah’a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam bir kulpa/tutamağa yapışmıştır. Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, (her şeyi) hakkıyla bilendir.’’ Bakara,2/256
İslam köleleri/cariyeleri özgürleştirmek için geldiği halde bugün İslam’ı anlattığını, öğrettiğini iddia eden bazı kişi ve kurumlar hür insanları fikren/amelen köleleştiriyorlar.
Kur’an-ı Kerim’de 76 yerde bizzat emredilen akıl/taakkul), fikir(tefekkür), zikir(tezekkür), tedbir(tedebbür) geri plana atılıyor aşırı yorumlarla dondurulmuş , günümüz ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak dar bir gömlek topluma din diye giydirilmeye çalışılıyor.
Sanayi devrimi ile maddi üstünlüğü batıya kaptırmış İslam Alemi Peygamberimizin ‘’Taif Duası’nda öğrettiği gibi başarısızlık durumunda özeleştiri yaparak 12.asırda zirvesini yaşadığı İslam Ümranına geri dönmesi gerekirken çareyi batıyı bütün kurum ve zihniyetiyle taklit etmekte gördü.
Din/Bilim/Sanat anlayışını da batıdaki Reform ve Rönesans hareketleriyle geldiği yeri hayranlıkla aynen alarak kötü bir taklitçi pozisyonuna düştü.
Oysa batı dinden uzaklaştığı kadar gelişirken, biz dinden uzaklaştığımız kadar geriledik. Zira İslam ile muharref Hristiyanlık arasında 180 derece fark vardı.
Bugün batının geldiği noktaya bir göz atalım:
Batının ekonomi de zirve yapmış , istihdam sorununu çözmüş ülkelerinde mutluluktan eser yok.
İntihar oranları, depresyon hapı kullanan sayıları, huzurevinde kalan yaşlı oranları , evli olmadan doğum yapan kadın sayıları (Avrupa ortalaması %43), boşanma oranları gibi mutluluğa direk temas eden olaylarda Batı dibe vurmuş durumda.
Kişilere sorularak yapılan mutluluk araştırmalarıyla kendilerini ve dünyayı avutuyorlar. Gerçek mutluluğu çoktan unutmuş insanlar sahip oldukları maddi varlığın ve kariyerin, tüketim imkanının kendilerini mutlu ettiğini zannederek yaşıyorlar.
Muhammed Esed’in dediği gibi yüzlerine dikkatle bakıldığında aslında diş ağrısı çeken bir insan gibi manevi bir cehennemi ruhlarında yaşadıkları anlaşılıyor. Hayatı hemen her şeyi hep artırmaya,çoğaltmaya endekslemiş insanlar bir ömür boyu kapitalist sistemin tüketim makinesi olarak hiç yakalamayacağı mutluluğa doğru çılgınca koşuyor.
Mahatma Gandhi’ye sordular;
‘’Batı Medeniyeti hakkında ne düşünüyorsun’’ diye,
Gandhi biraz düşündü ve ‘’Olsaydı iyiydi’’ dedi.
Bize, yani doğulu halklara düşen ciddi özeleştiri.
Ya körü körüne çıkmaz sokağa girmiş batının sosyal politikalarını taklide devam edeceğiz ve aynı bedelleri daha ağırıyla ödeyeceğiz.
Ya da köklerimizden ,küllerimizden yeniden dirileceğiz ve kendi Ümran hikayemizi yazacağız.
Çıkmaz sokaktan çıkış arayan Batı’ya bir kez daha bir derman olacağız.
Atilla İlhan’a kulak verelim:
‘’Lisede Sokholes okuduk, klasikTürk Sanat Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık duymayı öğrendik.
Sanki Sinan Leonardo’dan daha önemsiz; Mevlana Dante’den küçüktü; Itri ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında Kültür emperyalizmin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine, hazır bileşimleri aktarma hastalığı tepmişti, o kadar ki, 2. Dünya savaşı sonrasında batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk. Stalin ve Beria’da, haksız ve ahmakça istekleriyle bunu kolaylaştırdılar.
Oysa, bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi,
İkincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi,
Üçüncüsü, Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.’’ (Hangi Batı, Atilla İlhan)
Tek çare yine köklerimize dönüp İslam’ı Kur’an-ı Kerim’in anlattığı, Allah Resulü’nün bizzat yaşadığı hayatını sahih sünnetten öğrenerek özgüvenle, imanla kendi başarı hikayemize geri dönmemizdir.
Bu anlamda herkes kendi hayat kalitesine yoğunlaşmalı, tüm dünyada yaşanan sorunların kaynağı kendisi olduğuna inanmalı, kendi hayat kalitesi artıkça dünyanın daha güzel bir yer olacağı şuurunu taşımalıdır.
Buyrun Peygamberimizin Taif dönüşü duasını dilimize pelesenk edelim:
“Allahım,
Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana arz ve şikayet ederim.
Ey merhametlilerin merhametlisi, her kesin zayıf görüp de dalına bindiği, biçarelerin Rabbi Sensin. Sensin Rabbim benim. Beni kime bıraktın! Huysuz ve yüzsüz yabancıya mı, yoksa bu işimde bana hakim olacak düşmana mı?
Allahım!
Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir.
Allahım, gazabına uğramaktan, rahmetinden uzak kalmaktan, karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahireti salâha kavuşturan ilâhi nuruna sığınırım. Rızanı dilerim. Sana iltica ederim. Bütün kuvet, her kudret ancak Sendendir, Ya Rabbi!”
Gelin NEFSİMİZİ Aşık Veysel’in taşlamasıyla taşlayalım:
Çok uzatma ayağını
Açıkta kalır üşürsün
Temiz kullan boyağını
Sahte boyalar taşırsın
Olmayasın karaktersiz
Çok konuşun yerli yersiz
Adın doğru kendin hırsız
Karanlıkta dolaşırsın
Söyle kime oldun aşık
Gittiğin yollar dolaşık
Yemek yersin kab bulaşık
Hanım sana ne pişirsin
Ağlayanı gülenleri
Gözyaşların silenleri
Topladığın yalanları
Dostum ile bölüşürsün
Veysel eli nideceksin
Herkes ettiğini çeksin
Önüne bak düşeceksin
Doğru gitsen ulaşırsın
Aşık Nesimi’nin sözleri üzerine Din adına ne yaşayacaksak ‘’kim ne der’’ putuna ibadet için değil, sadece ve sadece Allah rızası için yaşayalım:
Ben melamet hırkasını
Kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini
Taşa çaldım kime ne
Haydar Haydar taşa çaldım kime ne
Sofular haram demişler
Aşkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne
Haydar Haydar günah benim kime ne
Gah çıkarım gökyüzüne
Seyrederim alemi
Gah inerim yeryüzüne
Seyreder alem beni
Haydar Haydar seyreder alem beni
Gah giderim medreseye
Ders okurum Hak için
Gah giderim meygedeye
Dem çekerim aşk için
Haydar Haydar dem çekerim aşk için
Nesimi’yi sorsalar kim
Yarin ile hoş musun
Hoş olam ya olmayayım
O yar benim kime ne
Haydar Haydar o yar benim kime ne